Müşriklere Mukabeleye İzin Verilmesi
Resûli Ekrem Efendimiz, Mekke'de harb ve cihada izinli değildi. Allah'tan aldığı emirler gereği bütün mesaisini îman esaslarını kalb, ruh ve akıllarda tesbite hasretmişti. Va'z ve nasihatle, îkaz ve irşadla burada hizmetine devam ediyordu. Her türlü mezâlime karşı bu devrede sabır ve sükûnetle harekete memur bulunuyorlardı. Mekke'de ilk zamanlarda nazil olan âyetlerde bu husus açıkça görülür.
Zâten, İslâm hukukuna göre, insanlar arasında asıl olan, sulh ve barış dairesinde münâsebettir. Harb ve cihada ancak zaruret hasıl olduğu zamanlarda müracaat olunur.497 Cenâbı Hakk'ın, bir ana ve babadan yarattığı insanlar arasında bundan başka da bir hak olamazdı. İnsanların şubelere, kabilelere ayrılması ise, neslin tanınması ve temiz kalması gibi kendilerine mahsus ortak menfaatlere binâendi.498
Peygamber Efendimize ve Müslümanlara onca mezâlim ve işkencenlere rağmen Mekke'de harb ve cihada izin verilmediği, sabır ve teenni tavsiye edildiği gibi, Medine'ye hicret vuku bulduktan sonra da hemen müsaade olunmadı.
Gerçi, İslâm, Medine'de günden güne kuvvet kazanıyor ve sür'atle inkişaf kaydediyor, Kur'ân güneşi bütün haşmetiyle ruhları sarmaya başlıyordu; ama yine de Resûli Ekrem Efendimizin ve Müslümanların vaziyeti tam bir emniyet içinde değildi. Medineli Müslümanlar, Efendimizi coşkun bir bayram havası içinde karşılamışlardı, amma münafıklarla Yahudiler,gönüllerinde müthiş bir kin ve düşmanlık besliyorlardı. Her ne kadar Yahudiler, Peygamber Efendimizle bir anlaşma imzalamışlarsa da, bütün hâl ve hareketleri bu anlaşmayı tekzib ediyordu.
Münafıklar, daha da tehlikeli bir durum arzediyorlardı.
Peygamber Efendimizin hicretinden önceye rastlayan günlerde, Hazreç Kabilesinin reisi bulunan Abdullah b. Übeyy b. Selül için süslü bir taç hazırlanmıştı. Bir devlet reisi ihtişamıyla onu giymek üzere iken, hicret vuku bulmuştu. Bunun neticesinde kavmi olan Hazreçliler tamamen Müslüman olmuşlardı. Haliyle taç ve hil'at gibi şeyler unutulmuştu.
Abdullah b. Übey, kavmine uyarak zahiren Müslüman olmuştu. Ama reislikten mahrum olmak acısıyla yan çizmiş ve bir münafıklar hizbi kurmuştu. Gizli gizli nifak ve fesada başlamıştı. Hattâ, Resûli Ekrem Efendimizin tebligatına, va'z ve nasihatlerine müdahale etme cür'etini gösterecek kadar zaman zaman ileri gidiyordu. Bu münafıklar zümresinin Müslümanlar arasına fitne ve fesad sokmak için meydana getirdikleri hâdiselerden yeri geldikçe bahsedilecektir.
Ayrıca, Mekke müşrikleri, Medine münafıklarını ve Yahudîlerini, hattâ Medine etrafındaki kabileleri devamlı surette tahrike çalışıyorlardı ve Mekke'de söndüremedikleri nuru akıllarınca Medine'de söndürmek için harekete hazırlanıyorlardı.
Haricî ve dahilî bu kadar düşmana karşı sabır ve tahammül ile sulh dairesinde davranmanın imkânı kalmamıştı. Müslümanlardan çoğu Kureyşlilere karşı çıkmak, onlarla hesaplaşmak istiyorlardı. Ensâr'ın ileri gelenlerinden biri olan Sa'd b. Muaz Hazretleri, bu arzusunu şöyle izhar ediyordu:
"Allah'ım!.. Bilirsin ki, Senin uğrunda şu Kureyş kavmiyle mücâhede etmekten daha sevimli bir şey yoktur! O Kureyş ki, Resulünün peygamberliğini yalanladılar. Sonunda da memleketinden çıkmaya mecbur bıraktılar. Allah'ım!.. Öyle tahmin ediyorum ki, bizimle onlar arasındaki harbe müsaade edeceksin!"499
Görüldüğü gibi, Medine'de Müslümanlar tam bir emniyet içinde değillerdi.
İşte, bu sırada Peygamber Efendimize, mukabele ve müdafaa suretiyle savaşa izin verildi. Konuyla ilgili nazil olan âyette şöyle buyuruldu:
"Kendileriyle mukatele edilen(yâni düşmanların hücumuna uğrayan mü'min)lere, uğradıkları o zulümden dolayı (bilmukabele harbe) izin verildi. Şüphesiz ki, Allah, onlara yardım etmeye elbette kemâliyle kadirdir. Onlar (o mü'minlerdir ki) haksız yere ve ancak 'Rabbimiz Allah'tır.' dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır."500
Âyeti kerîmenin ifadesinden anlaşıldığı gibi, burada cihad izni kayıtlıdır ve sâdece "tecavüze mâruz kaldıklarından ve zulme uğradıklarından" dolayı verilmiştir. Yâni, Müslümanlar, herhangi bir tecavüzde bulunmayacaklarlar. Şayet zulme mâruz kalırlar veya üzerlerine yürüyen olursa, kendilerini müdafaa için savaşacaklardır. Bu âyetle, aynı zamanda İslâm muharebelerinin tecavüz değil, müdafaa esasına dayandığı da ortaya çıkmaktadır.
Bu âyetler, Müslümanlara, "saldıran düşmana karşı kendilerini koruma ve müdafaa etme" meşru hakkını tanıyordu. Müslümanların siyasî durumu ve maddî gücü düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette, nazil olacak âyetlerle bilâhare cihad Müslümanlar üzerine farz kılınacaktır.
Resûli Ekrem Efendimiz, Mekke'de harb ve cihada izinli değildi. Allah'tan aldığı emirler gereği bütün mesaisini îman esaslarını kalb, ruh ve akıllarda tesbite hasretmişti. Va'z ve nasihatle, îkaz ve irşadla burada hizmetine devam ediyordu. Her türlü mezâlime karşı bu devrede sabır ve sükûnetle harekete memur bulunuyorlardı. Mekke'de ilk zamanlarda nazil olan âyetlerde bu husus açıkça görülür.
Zâten, İslâm hukukuna göre, insanlar arasında asıl olan, sulh ve barış dairesinde münâsebettir. Harb ve cihada ancak zaruret hasıl olduğu zamanlarda müracaat olunur.497 Cenâbı Hakk'ın, bir ana ve babadan yarattığı insanlar arasında bundan başka da bir hak olamazdı. İnsanların şubelere, kabilelere ayrılması ise, neslin tanınması ve temiz kalması gibi kendilerine mahsus ortak menfaatlere binâendi.498
Peygamber Efendimize ve Müslümanlara onca mezâlim ve işkencenlere rağmen Mekke'de harb ve cihada izin verilmediği, sabır ve teenni tavsiye edildiği gibi, Medine'ye hicret vuku bulduktan sonra da hemen müsaade olunmadı.
Gerçi, İslâm, Medine'de günden güne kuvvet kazanıyor ve sür'atle inkişaf kaydediyor, Kur'ân güneşi bütün haşmetiyle ruhları sarmaya başlıyordu; ama yine de Resûli Ekrem Efendimizin ve Müslümanların vaziyeti tam bir emniyet içinde değildi. Medineli Müslümanlar, Efendimizi coşkun bir bayram havası içinde karşılamışlardı, amma münafıklarla Yahudiler,gönüllerinde müthiş bir kin ve düşmanlık besliyorlardı. Her ne kadar Yahudiler, Peygamber Efendimizle bir anlaşma imzalamışlarsa da, bütün hâl ve hareketleri bu anlaşmayı tekzib ediyordu.
Münafıklar, daha da tehlikeli bir durum arzediyorlardı.
Peygamber Efendimizin hicretinden önceye rastlayan günlerde, Hazreç Kabilesinin reisi bulunan Abdullah b. Übeyy b. Selül için süslü bir taç hazırlanmıştı. Bir devlet reisi ihtişamıyla onu giymek üzere iken, hicret vuku bulmuştu. Bunun neticesinde kavmi olan Hazreçliler tamamen Müslüman olmuşlardı. Haliyle taç ve hil'at gibi şeyler unutulmuştu.
Abdullah b. Übey, kavmine uyarak zahiren Müslüman olmuştu. Ama reislikten mahrum olmak acısıyla yan çizmiş ve bir münafıklar hizbi kurmuştu. Gizli gizli nifak ve fesada başlamıştı. Hattâ, Resûli Ekrem Efendimizin tebligatına, va'z ve nasihatlerine müdahale etme cür'etini gösterecek kadar zaman zaman ileri gidiyordu. Bu münafıklar zümresinin Müslümanlar arasına fitne ve fesad sokmak için meydana getirdikleri hâdiselerden yeri geldikçe bahsedilecektir.
Ayrıca, Mekke müşrikleri, Medine münafıklarını ve Yahudîlerini, hattâ Medine etrafındaki kabileleri devamlı surette tahrike çalışıyorlardı ve Mekke'de söndüremedikleri nuru akıllarınca Medine'de söndürmek için harekete hazırlanıyorlardı.
Haricî ve dahilî bu kadar düşmana karşı sabır ve tahammül ile sulh dairesinde davranmanın imkânı kalmamıştı. Müslümanlardan çoğu Kureyşlilere karşı çıkmak, onlarla hesaplaşmak istiyorlardı. Ensâr'ın ileri gelenlerinden biri olan Sa'd b. Muaz Hazretleri, bu arzusunu şöyle izhar ediyordu:
"Allah'ım!.. Bilirsin ki, Senin uğrunda şu Kureyş kavmiyle mücâhede etmekten daha sevimli bir şey yoktur! O Kureyş ki, Resulünün peygamberliğini yalanladılar. Sonunda da memleketinden çıkmaya mecbur bıraktılar. Allah'ım!.. Öyle tahmin ediyorum ki, bizimle onlar arasındaki harbe müsaade edeceksin!"499
Görüldüğü gibi, Medine'de Müslümanlar tam bir emniyet içinde değillerdi.
İşte, bu sırada Peygamber Efendimize, mukabele ve müdafaa suretiyle savaşa izin verildi. Konuyla ilgili nazil olan âyette şöyle buyuruldu:
"Kendileriyle mukatele edilen(yâni düşmanların hücumuna uğrayan mü'min)lere, uğradıkları o zulümden dolayı (bilmukabele harbe) izin verildi. Şüphesiz ki, Allah, onlara yardım etmeye elbette kemâliyle kadirdir. Onlar (o mü'minlerdir ki) haksız yere ve ancak 'Rabbimiz Allah'tır.' dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır."500
Âyeti kerîmenin ifadesinden anlaşıldığı gibi, burada cihad izni kayıtlıdır ve sâdece "tecavüze mâruz kaldıklarından ve zulme uğradıklarından" dolayı verilmiştir. Yâni, Müslümanlar, herhangi bir tecavüzde bulunmayacaklarlar. Şayet zulme mâruz kalırlar veya üzerlerine yürüyen olursa, kendilerini müdafaa için savaşacaklardır. Bu âyetle, aynı zamanda İslâm muharebelerinin tecavüz değil, müdafaa esasına dayandığı da ortaya çıkmaktadır.
Bu âyetler, Müslümanlara, "saldıran düşmana karşı kendilerini koruma ve müdafaa etme" meşru hakkını tanıyordu. Müslümanların siyasî durumu ve maddî gücü düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette, nazil olacak âyetlerle bilâhare cihad Müslümanlar üzerine farz kılınacaktır.