Tarihçe-i hayat dersleri 8.70.emirdağ hayatı(devamı)

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ
10.4.ISPARTA HAYATI(DEVAMI)
[SUP]1[/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Âlem-i İslâm merkezlerindeki mübarek Müslüman kardeşlere,

Sizleri, bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Eserleriyle fuhul-i ulemanın ve fuhul-i müfessirînin en yükseği olan Bediüzzaman Hazretlerine, kıymettar ve mübarek bir mücahid âlim tarafından yazılmış olan bir tebriki takdim etmiştik.

Bediüzzaman Hazretlerinin bizlere yazdığı cevabî mektuplarında, o kıymettar, bînazîr Üstad Bediüzzaman Hazretleri, sizleri binlerle tebrik etmiş ve Anadolu’da Kur’ân ve iman kahramanlarının halefleri olan Nurcularla, Arabistan’daki hakikat-i Kur’âniyeye müteveccih İslâmları, iki kardeş olarak hizbül-Kur’ân’ın dairesi içinde çok saflardan iki muvafık ve iki müterafık saf teşkil ettiklerini müjdelemiş. Ve o mü’min kardeşlerimizin Risale-i Nur’la ciddî alâkalarıyla beraber, bir kısmını Arapçaya tercüme edip neşretmek niyetlerinizden fevkalâde memnun olduklarını ve mübarek İslâm cemaatlerinin Urfa’daki Nur şakirtleriyle ve Nur eczalarıyla himayetkârâne alâkadar olmasını yazmaklığımızı bizlere emretmiş bulunuyorlar.

Ey aziz ve necip kavm-i Arabın nûranî âzâları! Tarihin a’mâkına gömülen ve mâziden istikbale atlayan ecdadlarımıza, bu millet-i İslâmı parçalamak için bin dört yüz seneden beri hücum eden küffar orduları, en nihayet Birinci Harb-i Umumîde emellerine muvaffak oldular. Türk ve Arap iki hakikî Müslüman kardeşin bin senelik sarsılmayan muhabbetlerini pek çok desiselerle, yalanlarla söndürdüler. Ehl-i İslâmın ve nev-i beşerin medar-ı fahri ve bütün mevcudatın
sebeb-i hilkati ve bütün füyuzat-ı İlâhiyenin mazharı o âlî Peygamberin Ravza-i Mutahharasına yüzler sürmek için pek büyük bir iştiyakı kalblerinde yaşattıklarına tahammül edemediler. O âli Peygamber-i Zîşanın küçücük bir iltifatına mazhar olmak için, ruhlarına varıncaya kadar herşeylerini feda ettiklerini hazmedemediler. Bin dört yüz seneden beri zeminin yüzünde, zamanın sahifeleri üzerinde ve şehidlerin ve gazilerin beyaz kılıç kalemleriyle, kırmızı mürekkepleriyle yazıp tarihe emanet bıraktıkları medar-ı iftiharları, muhteşem yazılarını Müslümanlara unutturmak istediler. Bu azimle yürüyen o amansız düşmanlar, pek acı işkenceler altında ezdikleri Türk ve Arap bu iki kardeşi, bir daha ittihad etmemek için en müthiş muahedelerin zincirleriyle bağladılar. Çelik zincirler altında senelerle inlettirdiler. Her türlü şenaati Müslümanlığa icra ettiler.

Heyhat! İnayet-i İlâhiyenin tekrar yar olacağını, Risale-i Nur gibi pek büyük ve pek harika bir tefsir-i Kur’ân’la ve onun âli müellifi Bediüzzaman’la, Müslümanlığın büyük zaferini bilemediler ve göremediler. O eserler ki, vahdaniyet-i İlâhiye ile risalet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) ve hakikat-i haşriyeyi o kadar kuvvetli ve hakikatli burhanlarla o kadar parlak bir surette ispat ediyor ki, şimdiye kadar hiçbir feylesof, hiçbir âlim karşısına çıkıp itiraz edememiş.

Biz Türkler, seyyidleri kesretle içinde bulunan ve necip kavm-i Arap olan sizlere ve sizin ecdadlarınız olan sahabe-i güzîne, Allah namına, Peygamber-i Zîşan hesabına sonsuz bir sevgiyi ve nihayetsiz bir hürmeti daima kalbimizde, ruhumuzda besliyoruz ve yaşatıyoruz. O âli Peygamber-i Zîşan için ve Onun âli dini için, başta ruhumuz ve herşeyimizi fedaya hazırız.

Cenab-ı Hakkın lûtf-u kereminden büyük bir ümit ile yalvarıp istiyoruz ki, sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin verdikleri haber-i beşaretle, Türk ve Arap iki hakikî kardeş millet, inşaallah yakın bir âtide ittihad edecek. Ve o ittihad sayesinde, o müthiş düşmanların Müslümanlar içine saçtıkları fesat tohumları kendi yüzlerine atılacak. Ve zincirler altında inleyen dört yüz milyon Müslümanlık, yeniden hayat-ı kudsiye-i İslâmiye ile, nev-i beşerin başına geçip, sulh ve müsalemet-i umumiyeyi temin edecek, inşaallah.

Risale-i Nur’un âciz bir şakirdi

Hüsrev

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.

[h=2]Lügatler : [/h] a’mâk : derinlikler
âciz : güçsüz, elinden bir şey gelmeyen anlamına gelen ve bir inanç ve bir tevazu ifadesi olarak kullanılan söz
alâka : ilgi, bağlantı
alâkadar : alâkalı, ilgili
âlem-i İslâm : İslâm dünyası

âlî : yüce, yüksek
âti : gelecek
âzâ : azalar, üyeler

azim : gayret, kararlılık
aziz : izzetli, şerefli, çok değerli
bînazîr : eşsiz, benzersiz
Birinci Harb-i Umumî : Birinci Dünya Savaşı

burhan : güçlü ve sarsılmaz delil
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cevabî : cevap olarak
desise : hile, aldatma
ecdad : atalar, cedler
ehl-i İslâm : Müslümanlar
emel : arzu, istek

fesat : bozgunculuk
fevkalâde : olağanüstü

feylesof : filozof, felsefe ile uğraşan, felsefeci
fuhul-i müfessirîn : müfessirlerin en ileri gelenleri
fuhul-i ulema : âlimlerin ileri gelenleri, seçkin ilim adamları

füyuzat-ı İlâhiye : İlâhi lütuf, feyiz ve bereketler
hakikat-i haşriye : haşir gerçeği; öldükten sonra yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma gerçeği
hakikat-i Kur’âniye : Kur’ân’ın gerçeği, esas mânâsı
halef : birinin yerine sonradan geçen kimse

hayat-ı kudsiye-i İslâmiye : İslâmiyetin tesis ettiği kutsal hayat
hayr-ı beşaret : hayırlı müjde, müjdeli haber
hazmetme : sindirme, kabullenme
hazret : saygıdeğer (saygı ve yüceltme maksadıyla kullanılan bir ifade)
heyhat : yazık, çok yazık
himayetkârâne : himaye ederek, koruyarak
hizbül-Kur’ân : Kur’ân taraftarları, Kur’ân hizmetkârları

hürmet : saygı
icra etme : uygulama, tatbik etme
iltifat : teveccüh, yönelme, lütuf
inayet-i İlâhiye : Allah’ın inâyeti, yardımı

inşaallah : Allah izin verirse
istikbal : gelecek

iştiyak : aşırı arzu, istek, özlem
ittihad : birleşme
kavm-i Arap : Arap kavmi, milleti
kesret : çokluk
kıymettar : kıymetli, değerli
küffar : kâfirler, inanmayanlar

Lûtf u kerem : kerem ve lütuf; Cenâb-ı Hakkın lütuf, bağış, yardım ve ikramı
mazhar : erişme, nail olma
mazhar : görünme yeri, ayna
mâzi : geçmiş
medar-ı fahir : iftihar vesilesi, övünç kaynağı

medar-ı iftihar : iftihar vesilesi, övünç kaynağı
mevcudat : varlıklar
millet-i İslâm : İslâm milleti

muahede : antlaşma
muhabbet : sevgi
muvaffak olma : başarılı olma
muvafık : uygun, uyumlu
mübarek : hayırlı, bereketli
mücahid : cihad eden, din uğrunda çaba harcayan

müellif : telif eden, yazan
müterafık : beraber bulunan, bir arada olan
müteveccih : yönelen, yönelik
necip : soyu temiz, nesli pak olan kimse, asil
neşretme : yayma
nev-i beşer : insanlar, insan türü
nihayet : son, sonunda

nihayetsiz : sınırsız, sonsuz
Nur eczaları : Risale-i Nur’un bölümleri, kısımları
nûranî : nurlu
ruh u can : ruh ve can; samimiyetle, gönülden

Peygamber-i Zîşan : yüksek şan ve şeref sahibi olan peygamber, Hz. Muhammed (a.s.m.)
Ravza-i Mutahhara : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, Peygamber Mescidinin inşa edildiği ilk saha
risalet-i Muhammediye (a.s.m.) : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği
sahabe-i güzîn : Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar, seçkin sahabeler
sebeb-i hilkat : yaratılış sebebi
seyyid : Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) mübarek torunu Hz. Hüseyin’in (r.a.) soyundan gelen kimse

sulh ve müsalemet-i umumiye : genel barış ve huzur
suret : şekil, biçim
şakirt : talebe, öğrenci

şenaat : kötülük, alçaklık, çirkinlik
tahammül : katlanma, dayanma
takdim : sunma

tefsir-i Kur’ân : Kur’ân tefsiri; Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan eser, kitap temin : sağlama
teşkil : oluşturma, meydana getirme
Üstad Bediüzzaman : Bediüzzaman Said Nursî
vahdaniyet-i İlâhiye : Allah’ın birliği, ortağı ve benzerinin olmayışı
yar : dost, sevgili



 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 10.5.ISPARTA HAYATI(DEVAMI)
(Risale-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyete büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup.)
[SUP]1[/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o surî konuşmak yerine, bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.

Birincisi: İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden birisi,

[SUP]2[/SUP]
وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyet-i kerîmesinin hakikatıdır ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.” Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, birtek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor. Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım—tâ ki mâsum çıkıncaya kadar...

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
[SUP]2[/SUP] : En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.


[h=2]Lügatler : [/h] adalet : her hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesi
adavet : düşmanlık
âsâyiş : bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik
Başvekil : Başbakan
âyet-i kerime : şerefli âyet, Kur’ân’ın her bir cümlesi
beyan etmek : açıklamak
buhran : bunalım
câni : katil, cinayet işleyen
çare-i yegâne : tek çare
düstur-u esasî : temel prensip, esas düstur
emniyet-i dahiliye : iç güvenlik
esas : temel husus, ana konu
garaz : kötü kasıt
gıybet : başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşma, çekiştirme
hakikat : asıl, gerçek mahiyet
hayat-ı içtimaiye : sosyal hayat
himaye : koruma
kanun-u esâsî : ana prensipler, ana esaslar; anayasa
kanun-u esasî-i Kur’ânî : Kur’ân’ın ana prensipleri, ana esasları
mukabele-i bilmisil : ayniyle mukabele etmek, karşılık vermek
münhasır : ait, sınırlı
nisbet : oran, kıyas
siyaset-i hâzıra : şimdiki siyaset, geçerli olan siyaset
surî : görünüşte, şeklen
şenî : kötü, çirkin
tezyif : alay etme, küçük düşürme
uhuvvet-i İslâmiye : İslâm kardeşliği
zîr ü zeber : alt üst, karma karaşık, darmadağınık



 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 10.7.ISPARTA HAYATI(DEVAMI)
(Risale-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyete büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup.)(Devamı)
İkinci hücum da: İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp, evvelkisi gibi, bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla hem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem biçare Türkler aleyhine, hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli fâideden bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acip tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle dört yüz milyon hakikî kardeşin hergün

[SUP]1[/SUP]
اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık dört yüz milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necip Türkler böyle hatâdan çekinirler.

Bu iki taife herşeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsar ile tahakkuk ediyor. Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı, kırk Sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi bulunan hakikat-i Kur’âniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyenin zevklerine o câzibedar hakikatle beraber nokta-i istinad yapmak, o mezkûr muarızlarınıza ve hem dahil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çâre-i yegânedir. Yoksa, o insafsız dahilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmeyecek bir tehlike olur.

Cenâb-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : “Allah’ım, erkek ve kadın bütün mü’minleri bağışla.”

[h=2]Lügatler : [/h] acip : acayip, tuhaf
âsar : eserler
câzibedar : çekici
Cenâb-ı Hak : Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cüz’î : ferdî, küçük
çâre-i yegâne : tek çâre
dahil : içeri
dua-yı umumî : herkesi içine alan dua
elzem : çok gerekli
galebe eden : üstün gelen
hakikat : gerçek, doğru
hakikat-i Kur’âniye : Kur’ân’ın hakikati, gerçeği
hakikî : asıl, gerçek
hariç : dışarı
menfaat : çıkar, fayda
meydan-ı muaraza : sözle mücadele meydanı
mezkûr : anılan, sözü geçen
muarız : karşı gelen
muhafaza eylemek : korumak
mukabil : karşı
muvaffak : başarılı
necip : soyu sopu temiz, nesli pak olan kimse, asil
nefis : bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, yasak olan zevk ve isteklere sevk eden duygu
nokta-i istinad : dayanak noktası
saâdet-i ebediye : sonsuz mutluluk
Sahabe : Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar
şakird : talebe, öğrenci
tahakkuk etmek : gerçekleşmek
tahribat : tahripler, yıkıp bozmalar
taife : grup, topluluk
uhrevî : âhirete ait


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 10.8.ISPARTA HAYATI(DEVAMI)
(Risale-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyete büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup.)(Devamı)
Üçüncüsü: İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi, bu hadis-i şerifin, [SUP]1[/SUP] اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dahildeki adâveti unutmak ve tam tesanüd etmektir. Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dahildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dahildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hâdisâtlar görünüyor. Hattâ, bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği; ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terkettim.

Hem şimdi birisi, hem Ramazan-ı Şerife, hem şeâir-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki, küfre rıza küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir. Bu acip halin sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mâzur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar. İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir suikast hükmündedir.

Daha yazacaktım, fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.

Said Nursî
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan bina gibidir.” Buharî, Salât: 88, Edeb: 36, Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Neseî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.

Lügatler :
adâvet : düşmanlık
bedevî : çölde yaşayan, göçebe
beyan etmek : açıklamak
dahil : iç
dalâlet : hak yoldan sapkınlık
fısk : günah, günahkârlık
fikr-i siyasî : siyasete ait fikir
gaddar : acımasız
gıybet etmek : başkalarının arkasından onların hoşlanmayacağı şekilde konuşmak, çekiştirmek
hâdisât : hâdiseler, olaylar
hadis-i şerif : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, fiil veya davranış
hâkimiyet-i İslâmiye : İslâmiyetin hâkimiyeti
hariç : dış
hayat-ı içtimaiye : sosyal hayat
hodfuruşluk : kendini beğendirmeye çalışma
hürriyetperver : hürriyetçi
içtimaî : toplumsal
iktifa etmek : yetinme
kanun-u esasî : ana prensip, anayasal kanun
küfür : inkâr, inançsızlık
mâzur : özürlü, mazeretli
menfaat : fayda, yarar
muhalif : aykırı, taraf
nokta-i esasiye : temel nokta
rahmet okutmak : İlâhî şefkat ve merhamet gelmesi için dua etmek
Ramazan-ı Şerif : şerefli, değerli Ramazan ayı
sâlih : iyi işler yapan, dinin emirlerine uyan kimse
senâ etmek : övmek, yüceltmek
şeâir-i İslâmiye : İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler
tâife : grup, topluluk
tarafgirane : taraftar olur bir şekilde
teessüf : eseflenme, üzülme
tekfir : bir kişiyi küfürle itham etmek
tesanüd : dayanışma
zındık : dinsiz
zîr ü zeber : alt üst, karma karışık, darmadağınık


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 10.9.ISPARTA HAYATI(DEVAMI)
(Adnan Menderes’e gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan içtimaî hayatımıza ait bir hakikatın haşiyesini takdim ediyoruz.)
Hâşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâmın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:
Ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve halen İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki saat baktım ve bunu yazdım.

Said Nursî
(Ankara’daki Nur talebelerinin bir mektubu)
Aziz, sıddık kardeşlerimiz,
Mektubunuzdan, İslâm güneşinin bir ziyasını sezer gibi olduk. Yüzlerce seneden beri insaniyet aleyhine, İslâmiyet zararına mütecaviz fikir neşreden ehl-i küfrün tahriplerini tamir için ortaya atılan Risale-i Nur’un, sizlerin mektubunuzdan, gençlerin arasına yayıldığını sezdik. Ebedî hayat yolunun hakperest yolcuları, hayâlî boş lâfları terk edip, Risale-i Nur’la küfür tohumlarını eriteceklerdir. Nur’un talebeleri, ehl-i kalb ve imanın hakikî kardeşleridirler. Siz kardeşlerimizin mektupları, bizlere hız veriyor ve verecek. Kur’ân’ın tefsiri olan Risale-i Nur, bize dalâlette kalmanın ve küfürle mücadele etmemenin bu zamanda büyük ahmaklık olduğunu bildiriyor. Komünistliğin, anarşistliğin, masonluğun kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur’a hizmet etmek ve rıza-yı İlâhîyi tahsil için onu isteyene vermektir. Bu en baş ve en ehemmiyetli, en kıymetli ve mübarek vazifemizden bizi döndürmek isteyen en ağır hücumlar dahi, bizlerin hızını arttıracaktır.
Risale-i Nur bize öğretiyor ve ispat ediyor ki, bu dünya, bir misafirhanedir. Ebedî hayatı isteyenler, misafirhanedeki vazifelerine dikkat gösterdikleri nispette memnun edilirler. Demek ki, şimdi en esaslı vazifemiz, bataklıktan kurtulmak isteyen ehl-i dinin, karanlıktan usanmış, gıdasız kalmış kalblerin yardımına koşmak, kendimizden başlayarak Nurun dellâllığını yapmaktır. Bilhassa ve bilhassa şurası çok ehemmiyetli ve pek mühimdir ki, en başta ve en evvel Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak ve o muazzam eser külliyatındaki Kur’ân ve iman hakikatleriyle kendimizi teçhiz etmek ve bu esas ve şartlarla, o harika eser külliyatını bir an evvel ikmal etmektir. İşte bu nimet-i uzmâya nail olan her genç ve herkes, bire yüz, bin kuvvetinde, kendine, vatan ve milletine faideli olur. Vatan, millet, gençlik ve âlem-i İslâm çapında hizmet edebilecek bir vaziyete gelebilir. Bunun için, başta Hazret-i Üstadımız Bediüzzaman ve onun hakikî ve ihlâslı talebeleri olmaya lâyık sizlerden dua istirham ediyoruz ki, Risale-i Nur’un mecmualarını bir an evvel temin edelim, arayalım, bulalım; dikkat, tefekkür ve ihlâsla okuyalım. Kur’ân ve iman hizmetine bu vaziyette koşalım. Risale-i Nur’un bu asırdaki makbuliyetine işaret eden deliller fazlasıyla mevcut olduğuna göre, insaf sahibi her mü’min kardeşimiz, onun tabiî bir yardımcısıdır.
Hem madem, Risale-i Nur bu asra has hususiyetler taşıyor. Hem madem binlerce âlimlerin takdirleriyle karşılanıyor. Hem madem, Kur’ân’ın dellâllığını yapan kahraman Üstad, eşine rastlanmayacak bir mükemmeliyetle, dürüst adımlarla, hakikî prensiplerle, bütün hayatını iman ve İslâmiyete vakfetmiş, dünyevî hiçbir menfaat aramadan sırf Allah rızası uğruna çalışmıştır. Hem mâdem, bütün kuvvetiyle Nur talebeleri de, iman ve İslâmiyete Ehl-i Sünnet dairesinde hizmet için hayatlarını dahi çekinmeden veriyor ve süflî menfaat peşinde değildirler.

Lügatler :
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
aziz : çok değerli, izzetli
beraat : temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması
cihet : yön
çare-i yegâne : tek çare

dalâlet : doğru ve hak yoldan sapma, sapkınlık
dellâllık : ilân edicilik, rehberlik
dünyevî : dünya ile ilgili
ebedî : sonsuz

ehl-i din : din sahipleri, dindarlar
ehl-i kalb ve iman : kalp ve iman ehli olanlar, kalbiyle mânevî olarak terakkide bulunanlar
ehl-i küfür : inkârcılar; Allah'ı ve Allah'ın kesin olarak bildirdiği bir şeyi inkâr eden kâfirler

Ehl-i Sünnet : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünnetine uyan, onun yolundan giden Müslümanlar
ezân-ı Muhammediye : Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin ezanı; tevhidi ilân etmek amacıyla yüksek sesle yapılan kutsal davet
hakikî : asıl, gerçek
hakperestlik : hakka taraftarlık

has : özel
haşiye : dipnot, açıklayıcı not
hayalî : hayale âit, gerçek olmayan
hususan : özellikle

hususiyet : özellik
hüsn-ü tesir : güzel, iyi etki
hüsn-ü teveccüh : insanların ilgi ve alâka göstermesi

ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
ikmal : tamamlama
insaniyet : insanlık

istirham : rica etme, rahmet duasında bulunma
keyfî : kişisel isteğe bağlı, arzuya göre

küfür : inkâr
külliyat : eserler topluluğu; Risale-i Nur Külliyatı

makbuliyet : kabul edilmişlik, geçerlilik
mecmua : kitapçık; Risale-i Nur'un bölümleri
mevcud : var
muazzam : azametli, çok büyük
muzır : zararlı

mükemmeliyet : mükemmellik, kusursuzluk
mütecaviz : saldırgan, haddi aşan

nail olma : ulaşma, erişme
neşir : yayma
neşreden : yayan, yayınlayan

nimet-i uzmâ : çok büyük nimet
nispet : oran
rıza-yı İlâhî : Allah’ın rızası
serbestiyet : serbestlik
sıddık : çok doğru, sadakatli ve gönülden bağlı
su-i istimal : kötüye kullanma

süflî : aşağı, alçak
tabiî : doğal
tahrik : harekete geçirme
tahrip : bozup yıkma

tahsil : elde etme, kazanma
takdir : beğeniyi dile getiren ifade
teçhiz : donatma
tefekkür : etraflıca ve derinlemesine düşünme
tefsir : açıklama, yorum; Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap, eser
teveccüh : yönelme, ilgi gösterme
Ticanî meselesi : Ticanî tarikati konusu

Üstad/Hazret-i Üstad : Bediüzzaman Said Nursî
vakfetme : adama
vaziyet : durum, hâl
vaziyet-i kudsiye : yüce, kutsal durum
yakinen : kesin olarak
zâlimane : zâlimce
ziya : ışık, nur
zuhur eden : ortaya çıkan, görünen



 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 10.10.ISPARTA HAYATI(DEVAMI)
Ve madem yüz binlerce Nur talebeleri bütün tazyik ve tehditlere rağmen bu hakikati fiilen ispat etmişler. Hem her talebe, bugün cereyan eden bâtıl felsefenin akidelerine hakikî mantıkî cevaplar vermek üzere yetişmişler ve yetişiyorlar. Hem her ihtiyacımıza Kur’ân cevap veriyor; onda lâzım olan her hakikat sarih olarak vardır. Ve madem Kur’ân, en güzel şekilde ders veren Allah’ın hediyesi, bir nuru ve rahmetidir. Öyleyse, bu hazine-i rahmeti ve menba-ı hakikati ders veren ve hakikî surette gençliğin ve avâmın anlayabileceği bir şekilde bildiren Risale-i Nur’u, dikkat ve tefekkürle ve devamlı olarak müsait vakitlerimizi boşa gidermeden okumak ve yazmak, en büyük ibadet ve zevk kaynağıdır. Hal ve istikbalin ve biz gençlerin, çok leziz ve iştiyakla alacağı gayet nâfi ve vâfi bir ilâç ve bir tiryaktır, bir mânevî kurtarıcıdır. Bu kat’î hakikatler meydanda iken, ona bütün kuvvetimizle sarılmamak, baştan aşağı Risale-i Nur’u tetkik etmemek, alâkadar olmamak, ancak gafletin eseri olabilir.

Hem, kim hakikat peşinde koşuyorsa, Risale-i Nur’dan ders alması lâzımdır. Ve Nur yolunda giden her münevver, hakikî saadete kavuşacak ve yeryüzünün mahiyetini derk edecektir diye, biz Ankara Nur talebeleri dahi ittifak ediyoruz. Ebedî hayat hazinesini gösteren Kur’ân-ı Hakîmin nuru olan Risale-i Nur, elbette bir zaman dünyayı çınlatan nurlu sesini yükseltecektir.

Madem İslâm âlimleri, hadis-i şerife göre, dünya ikbal ve heveslerinin peşinde koşmadıkça, peygamberlerin en emin vârisleridirler. Biz de Risale-i Nur’u onun tam vârisi biliyoruz. Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi, hakikî vâris olmanın esasını yaşamış ve yaşıyor. Onun karşısına çıkan körler ve sağırlar ve hissiz gafiller küçüleceklerdir. Böyle muazzam bir olgunluğa sahip olan Risale-i Nur, elbette bütün feylesofları, dünya ilim ve hak erbabını çağıracak ve her akl-ı selim ve kalb-i kerim olan mübarek insanları talebesi yapacak. Bu da inşaallah uzakta değil, yakında tahakkuk edecektir. Dünya, ekseri feylesofların ve âlimlerin dediği gibi, yep yeni bir oluşun eşiğindedir. Dünya, nurunu arıyor. Hakikat şairi Mehmet Âkif,

O nuru gönder, İlâhî, asırlar oldu yeter!
Bunaldı milletin âfâkı bir sabah ister.


diye, işte bu nura işaret ettiği, bugün bizce bir hakikattir.

Aziz kardeşlerimiz,

Risale-i Nur’a lâyık olacak şekilde çalışmamız için bize de dua ediniz ki, Ankara muhiti, bizi içine alıp eritmesin. Nur, her ne kadar karanlığı gideriyorsa da, yine onu görecek göz, anlayacak kafa lâzım. Böyle bir muhitte, gözlerimize perde inmesin. Biz biçarelere dua ediniz. Allah hepimizi Risale-i Nur’a sarılmakla aziz din-i mübinimize hizmet edenlerden eylesin. Âmin...

Bir kardeşimiz dedi ki: Bugün, sabah namazından sonra şu mısralar mülhem oldu; kardeşlerimize bildirelim.

Dinim İslâm, kitabım Kur’ân, imanım haktır.
Bu uğurda can vermek, ebedî yaşamaktır.


Sizleri çok seven

Ankara Üniversitesi Nur talebeleri

Lügatler :
âfâk : ufuklar
akide : inanç
akl-ı selim : doğru ile yanlışı ayırıp sağlıklı düşünen kimse
alâkadar : ilgili, alâkalı
avâm : halk tabakası, sıradan insanlar

azamet : büyüklük
aziz : çok değerli, izzetli
bâtıl : İslâma göre doğru olmayan, yalan, yanlış

biçare : çaresiz, zavallı
celâdet : ifadedeki kuvvet, güç, belâgat
cereyan eden : meydana gelen
derk etme : algılama, kavrama

din-i mübîn : hak ve hakikati açıklayan din, İslâm
ebedî : sonsuz
ekseri : çoğunluk, pek çok
emin : güvenilir

fıtrî : yaratılıştan gelen
fiilen : fiil ve davranışla, bizzat uygulayarak
gafil : duyarsız, sorumsuz
gaflet : duyarsızlık, umursamazlık
hadis-i şerif : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hakikî : doğru, gerçek
hal : şimdiki zaman

harikulâde : olağanüstü, hayranlık verici
hazine-i rahmet : Allah’ın rahmet hazinesi

idarehane : idare ve yönetim yeri
ikbal : istek; bir şeye teveccüh etme, yönelme

İlâhî : Allah tarafından olan
ilim ve hak erbabı : hak, hakikat ve ilim sahipleri
inşaallah : Allah dilerse, izin verirse
istikbal : gelecek zaman
iştiyak : aşırı arzu, istek
İttifak : birleşme

İzmirli’ler : İzmirli Hakkın Efendi gibi büyük zâtlar
kalb-i kerim : Allah'ın lütuf ve ikramına ayna olan mübarek kalp sahibi
kat’î : kesin

kudret : güç, iktidar
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
mahiyet : asıl esas, temel özellik
mantıkî : mantık kurallarına uygun
menba-ı hakikat : hakikat kaynağı

meşguliyet : meşgul olma, bir iş yapma
mevhibe : ihsan, bağış, hediye
mısra : şiirin satırlarından her biri, dize
mu’dil : zor, güç
muazzam : azametli, çok büyük

muhit : çevre, civar
musahabe : karşılıklı sohbet etme, söyleşi yapma
mülhem olma : ilham olma, kalbe indirilen mânâ
münevver : aydın, aydınlanmış
nâfî : faydalı, yararlı

nuranî : nurlu
rahmet : ihsan, bağış
sarih : açık

sima : yüz, çehre
suret : biçim, şekil
şahs-ı mânevî : belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahıs

şehâmet : akıl, zekâ, feraset ve tez anlayış
şive : söyleyiş, tarz, üslûp
tahakkuk : gerçekleşme

tahlil : değerlendirme, çözümleme, analiz etme
tazyik : baskı, ağırlık
tefekkür : etraflıca ve derinlemesine düşünme
tetkik : inceleme, araştırma
tiryak : güçlü etkisi olan ilaç

Üstad : Bediüzzaman Said Nursî
vâfi : yeterli
vâris : mirasçı



 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.1.TAHLİLLER
Uzun bir ayrılıktan sonra

Belki yirmi yedi, yirmi sekiz sene oldu Üstadı görmeyeli. Onu görmek, mübarek simasını doya doya seyretmek için her zaman gidip ziyaret etmek istediğim halde, meşguliyetten bir türlü vakit bulamadım. Fakat o kalblerde yaşadığı için, mânevî varlığı ile daima beraberdik. Bu, gönüllerdeki iştiyakı bir dereceye kadar tatmin etmez miydi? Kendisini görüp kucaklaştığımız zaman, onun nuranî simasının verdiği zevk, maddî hasretin de ne kadar büyük olduğunu gösterdi.

Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Akif’ler, Naim’ler, Ferit’ler, İzmirli’lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, İlâhî bir mevhibe... En mu’dil meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa. Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem’alar, doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sahibi. Kalbi bir Sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda Ömer’in şehameti var. Yirminci asırda Devr-i Saadeti nefsinde yaşatan bir mü’min. Bütün hedefi iman ve Kur’ân.

İslâmın gayetü’l-gayesi olan “Tevhid” ve “Allah’a” iman esası, onun ve Risale-i Nur’un en büyük umdesidir. Devr-i Saadette, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı, Hazret-i Peygamber, Kâbe’deki putların parçalanması vazifesini ona verirdi. Şirke ve putperestliğe o derece düşmandır.

Mücahede ile gönüllerde iman ve Kur’ân hakikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür. Fazilet ve şehametle geçen bir ömür. Harp meydanlarında, mücahitlerin önünde, kılınç elinde, dim dik ayakta düşmana saldıran bir kahraman. Esarette, düşman kumandanına karşı koyan bir kahraman. İdam sehpasında, düşman kumandanını düşündüren, insafa getiren bir kahraman.

Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedaî. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için, her türlü zulme, işkenceye tahammül ediyor. Ona zulmedenlere beddua bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak salâh ve iman temenni eder. Gaye uğrunda ölüm, onun için basit birşeydir.

Kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle tagaddî eder. Elbisesi pek basit ve fakiranedir. Beyaz Amerikan bezinden pamuklu bir hırka. Çamaşırını kirlenmeden değiştirir ve temizletir. Temizliğe fevkalâde itina eder. Kâğıt parayı tutmaz ve üstünde taşımaz. Mâmelek namına dünyada hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, cemiyet için yaşar.

Yapısı ufak tefektir; fakat heybetlidir, haşmetlidir. Gözleri birer şems-i tâban gibi nur saçar. Bakışları şâhânedir. Maddeten, belki dünyanın en fakir adamıdır, fakat mâneviyat âleminin sultanıdır.

Seksen küsur senenin âlâmı yüzünde bir buruşuk yapamamış, yalnız saçlarını ağartmıştır. Rengi pembe beyazdır. Sakalı yoktur. Bir delikanlı kadar zindedir.

Lügatler :
âfâk : ufuklar
âlâm : elemler, acılar
azamet : büyüklük
aziz : çok değerli, izzetli

beddua : kötü dua; bir kimseye belâ gelmesi için yapılan dua
biçare : çaresiz, zavallı
celâdet : ifadedeki kuvvet, güç, belâgat

cemiyet : topluluk, toplum
Devr-i Saadet : mutluluk devri, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı asır
din-i mübîn : hak ve hakikati açıklayan din, İslâm
ebedî : sonsuz

esaret : esirlik, tutsaklık
fakirâne : muhtaç bir şekilde
fazilet : üstünlük, erdem
fedaî : canını esirgemeyen, bir gaye uğruna değerli şeylerini vermeye hazır bulunan
feyiz : ilim, irfan, mânevi gıda
fıtrî : yaratılıştan gelen

fitne : ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma
gayetü’l-gaye : gayelerin gayesi, son noktası, esas hedef
harikulâde : olağanüstü, hayranlık verici

harp : savaş
idarehane : idare ve yönetim yeri
İlâhî : Allah tarafından olan
iştiyak : şiddetli arzu, istek
İzmirli’ler : İzmirli Hakkın Efendi gibi büyük zâtlar
kudret : güç, iktidar

küsur : fazla, aşkın
lem’a : parıltı
mâmelek : dünyalık, sahip olunan şeyler
mâneviyat : mânevî âleme ait olan
meşguliyet : meşgul olma, bir iş yapma
mevhibe : ihsan, bağış, hediye
mısra : şiirin satırlarından her biri, dize
mu’dil : zor, güç
muhit : çevre, civar
musahabe : karşılıklı sohbet etme, söyleşi yapma

mücahede : cihat etme, din uğrunda çaba harcama
mücahid : cihat eden, din uğrunda çaba harcayan
müçtehid : âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kàbiliyetine sahip olan
mülhem olma : ilham olma, kalbe indirilen mânâ

nakil : başkalarından bir şeyi aktarma, iletme
nebean etme : çıkma, kaynama
nefsinde : içinde, ruhunda
putperestlik : putlara tapmak
rey : görüş
sahabî : Hz. Peygamber’i (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslüman
salâh : iyilik, iyileşme, düzelme

sima : yüz, çehre
şehâmet
: akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik, kahramanlık
şems-i tâbân : parlak, parlayan güneş
şirk : Allah’a ortak koşma

şive : söyleyiş, tarz, üslûp
tagaddî
: gıdalanma, beslenme
tahammül : katlanma, dayanma

tahlil : değerlendirme, çözümleme, analiz etme
temenni
: arzu, dileme, isteme
tevhid : birleme, Allah’ı bir olarak bilme ve her şeyi bir olan Allah'a verme
umde : ana ilke, prensip

Üstad : Bediüzzaman Said Nursî
zerre kadar : çok az miktar
zinde : dinç, diri

nuranî : nurlu



 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 9.6.AFYON HAYATI(DEVAMI) BEDİÜZZAMAN’IN AFYON MAHKEMESİ(DEVAMI) İşte, böyle türlü türlü işkence ve tazyikatlarla, gerek hapishane dahilinde, gerek haricinde hizmetini dahi yaptırmamaya çalışmışlardır. Dünyada hiçbir kimseye yapılmayan zulüm ve ihanet Bediüzzaman’a yapılmıştır. Nihayet 20 Eylül 1949 günü ceza müddetini hapishanede tamamlayarak tahliye edilmiştir. Bütün hapishanelerde hapisler resmî mesai saatlerinde tahliye edilirken, Afyon hapishanesinde de saat onda âdet iken, Bediüzzaman’ı fevkalâde bir tezahüratla karşılamaya hazırlanan halkın istikbaline mâni olmak için, şafak vakti ile sabah namazı arasında hapishaneden tahliye etmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri Afyon’da bir müddet ikamet etmiştir. Bu esnada cezasını çektiği ve Temyiz Mahkemesi mahkûmiyet kararını tamamen lehine bozduğu halde, üç polise, kapısı önünde geceli gündüzlü nöbet beklettirilmiştir. Hapisten çıktığına pişman etmişler ve zulüm ve tazyikat devam ettirilmiştir. İki senelik ezici ve eritici bir hapisten çıktığı halde, hastalığını sormak için gelenler dahi yanına bırakılmamıştır. Tarihçe-i hayatında görüldüğü gibi, Rusya’da, Rus kumandanı ona serbestiyet verdiği halde, öz vatanında ve bu mübarek ve muazzez millet-i İslâm için herşeyini feda eden Bediüzzaman’ın bayram ziyaretine gelenler dahi, resmî memurlar tarafından ziyaretten men edilmiştir. Hattâ hizmetçisiyle konuşanlar görülünce, “Sen Bediüzzaman’ın hizmetçisiyle konuştun!” diye tazyikat yapılarak hüviyetleri tespit edilmiştir. Bütün böyle kanunsuzluklar, halkı Bediüzzaman’a bir kat daha yaklaştırmış, eserlerini arayıp bulmak hususunda âdetâ bir kamçı tesiri husule getirmiştir. Bediüzzaman aleyhinde propaganda yapan ve yaptıranlardan ise fersahlarca uzaklaştırmıştır. Bediüzzaman’a olan teveccüh-ü âmme kırılmaya çalışıldıkça, millet ve gençlik, hususan yüksek tahsil gençliğinin hürmet ve bağlılığı artmıştır. Bediüzzaman aleyhtarlığı yapıldıkça, bu bağlar perçinleşmiştir. Menfî propagandalardan maksat, milletin Bediüzzaman’a olan teveccühünü kırarak, şahsını çürütüp, Risale-i Nur’un neşriyatını durdurmaktır. Halbuki Risale-i Nur, müellifin şahsıyla bağlı değildir. Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Risale-i Nur, başka eserlere benzemez. Risale-i Nur, başlı başına hüccet ve burhan hazinesidir, yani bizatihî burhan ve hüccettir.
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
Lügatler : âdetâ : sanki, tıpkı aleyhinde : ona karşı, onun zararına olarak aleyhtarlık : aleyhinde olmak, karşıtlık bizatihî : kendiliğinden, bizzat kendisi burhan : güçlü ve sarsılmaz kesin delil dahil : iç fersahlarca : kilometrelerce fevkalâde : olağanüstü hariç : dış hazret : saygıdeğer (saygı ve yüceltme maksadıyla kullanılan bir ifade) husule getirme : meydana getirme, oluşturma hususan : bilhassa, özellikle hüccet : delil hüviyet : kimlik ikamet : oturma, yerleşme istikbal : karşılama mahkûmiyet : hükümlülük, tutukluluk mâni : engel men edilme : yasaklanma menfî : olumsuz millet-i İslâm : İslâm milleti muazzez : aziz, değerli mübarek : hayırlı müddet : süre müellif : telif eden, yazan neşriyat : yayma, yayılma perçinleşme : güçlenme, perçin gibi sağlamlaşma serbestiyet : serbestlik, özgürlük şafak vakti : güneş doğmadan az önce beliren aydınlık tahliye : serbest bırakma tarihçe-i hayat : hayat hikâyesi tazyikat : baskılar, sıkıştırmalar Temyiz Mahkemesi : Yargıtay; alt mahkeme kararlarının doğru verilip verilmediğini incelemekle görevli üst makam teveccüh : ilgi, yönelme teveccüh-ü âmme : halkın ilgisi, sevgisi tezahürat : lehte yapılan gösteri yüksek tahsil : yüksekokul, üniversite
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.3.TAHLİLLER(DEVAMI)
Said Nur ve talebeleri
Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı... Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok. Hepsi birşeye inanmış: Allah’a. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a... Onun ulu Peygamberine... Onun büyük kitabına... Kur’ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur... Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak... Evet, ne büyük saadet!
Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir, büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış. Yalnız bir adam var; o ayakta... Şark yaylâlarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade. Şimşekler gibi bir zekâ. İşte Said Nur! Divan-ı harpler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâplar, onun için kurulan idam sehpaları, sürgünler, bu müthiş adamı, bu mâneviyat adamını yolundan çevirememiş. O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur’ân-ı Kerîmde “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” (Âl-i İmran sûresi, âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da tecellî etmiş.
Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir, büyük bir dâvânın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri...
Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek! O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile
hükmediyordu. O, hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman âbidesinin karşısında eridiler, sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?
Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler, din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı, üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.
Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar, onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur Risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan birşey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur Risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.
Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler, bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “İnkılâba, lâikliğe aykırı hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler, tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershane... Onun nuru, Kur’ân’ın nuru, Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.

O. Yüksel Serdengeçti

Lügatler :
alâyiş : boş süs ve debdebe, lüks yaşam
âlem-i İslâm : İslâm dünyası, âlemi
âlemlerin Rabbi : bütün âlemleri idare ve terbiye eden Allah
Allah kelâmı : Allah’ın buyruğu; Allah'ın âyetinin mânâsı
Asr-ı Saadet : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı

aziz : çok değerli, izzetli, saygın
bahtiyar : talihli, mutlu
celâdet : yiğitlik, metanet
divan-ı harp : askerî mahkeme; sıkı yönetim mahkemesi

diyar : yer, memleket
ecnebî : yabancı
hakir : küçük, değersiz, önemsiz

halim-selim : yumuşak huylu, uysal
hâzır, nâzır olma : Cenab-ı Hakkın her yerde her an bulunması ve görmesi

hürmet : saygı
ırz : namus, şeref
ihtilâl : ayaklanma, karışıklık
inkılâp : değişim, dönüşüm

kesafet : katılık, yoğunluk; perde, engel
lâiklik : devlet yönetiminde dinin ve din kurallarının devre dışı bırakılmasını öngören sistem
letafet : saydamlık, incelik, açıklık
lokal : kulüp, dernek
mağrur : gururlu
mahkûm : cezalı, mahpus
mâneviyat adamı : fazilet ve ahlâk gibi mânevî değerlerin korunması için gayret gösteren kişi

medrese-i Yusufiye : Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane
muhakkak : kesinlikle
muhkem : sağlam

mukaddesat : mukaddes olan şeyler, kutsal ve yüce değerler
münevver : aydın, bilgili
mürşid : doğru ve hak yolu gösteren
mürteci : eskiye dönmek isteyen; gerici
nâzil : inme
nefis müdafaası : kişinin kendisini savunması

nizam : düzen, kanun
nümayiş : gösteriş, gösteri
panzehir : zehire karşı ilâç
Said Nur : Bediüzzaman Said Nursî
softa : söyledikleriyle yaptıkları uyuşmayan kişi anlamıma gelen ve medrese talebelerini ve dindar kişileri küçümsemek amacıyla kullanılan bir ifade
Şark : Doğu
şerirler : şerliler, kötüler

tahdit : sınırlama, sınır koyma
takdim olunma : sunulma, tanıtılma; lanse edilme
tecellî : yansıma, görünme

teksir : çoğaltma
teşekkül : kuruluş, oluşum
ulvî : yüce, yüksek

umman : derya, okyanus
Üstad : Bediüzzaman Said Nursî


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.4.TAHLİLLER(DEVAMI) Bediüzzaman’ı zehirlediler Bundan yedi sene önce, kanunların çiğnendiği, beşer haklarının çarmıha gerildiği, hürriyetlerin hiçe sayıldığı, şahsî arzu ve ihtirasatın kanunlardan üstün tutulduğu bir devr-i rezilânede, Afyon vilâyetinin Emirdağ kazasına seksenlik bir ihtiyar, bir din âlimi sürülüyor. Nüfus kütüğüne kaydettirilip burada ikamete mecbur ediliyor. Tek gayesi, Kur’ân-ı Kerîmin ahkâmını tebliğ, insanları doğruya, iyiye ve namusluluğa sevk etmek olan bir fikir adamı, nefyediliyor... Her cephesinde kan döktüğü kendi öz yurdunda, engizisyon mahkemelerinin dahi insanoğluna reva görmeyeceği zulme, işkencelere tâbi tutuluyor. Sakalına, bıyığına, kılık kıyafetine karışılıyor, jandarma dipçikleri altında ölüme mahkûm ediliyor. Sürgün olarak gönderildiği yerde dahi rahat bırakılmıyor. Ecdadından misafirperverliği, ihtiyarların, garip ve kimsesizlerin yardımına koşmayı miras alan her Türk gibi, bu kaza halkı da, ilmî eserleriyle, ef’al ve hareketleriyle müsellem olan bu zâtın yardımına koşmayı vicdanî bir vazife telâkki ediyor. İslâmın ve ilmin izzet ve vakarını şerefle muhafaza etmesini bilen ve asla dünya zevkleri için minnet kabul etmeyen bu şahsın, siyasî hiçbir parti ve teşekkülle de kat’iyen alâkası yoktur. Türkiye’de iman ve karakter sahibi her fikir adamına yapıldığı gibi, bu kimsenin muhtelif defalar evi aranmış, mahkemelere verilmiş, bütün eserleri, mektupları en ufak teferruatına varıncaya kadar müsadere edilerek suçsuz yere hapishanelerde süründürülmüştür. Evet, suçsuz yere diyoruz. Çünkü, vali ve kaymakamından tutunuz da, karakoldaki jandarmasına varıncaya kadar, Üstada eza ve cefa etmek, hapishanelerde süründürmek bir vesile-i iftihar; şefin gözüne girebilmek, terfi-i makam edebilmek gibi süflî hırslarla yanıp kavrulanlar için ise, bulunmaz bir fırsat olmuştur. Bu zulüm, bu işkencenin sebeplerini, o devrin dine karşı olan temayülünde, vicdan hürriyetine ve İslâmiyete yaptığı baskıda aramak lâzımdır. Bu halin, o devirde hiç de acayip olan bir tarafı yoktur. Zira o devirde, memlekette dinsiz, materyalist, behimî hislerinin zebûnu köle ruhlu bir nesil yetiştirilmek istenirken, bu zâtın kendi hayatını istihkar derecesinde ortaya atılıp hürriyetle, ahlâkla, imanla meşbû, hayvanî hislerin esiri olmayan bir gençlik istemesi ve bu uğurda çalışması elbette hoş görülmezdi. Millet haklarını çiğneyip, milyonların sırtından ahtapotlar gibi geçinmeyi şiar edinenler için korkulacak bir haldir bu. Takipler, baskılar senelerce devam etti. Onunla konuşanların, mektuplaşanların, hizmetine koşanların evleri arandı, kendileri Afyon Hapishanesinde çürütülerek çoluk çocukları sokaklarda sürünmeye mahkûm edildi. Onun el yazması Kur’ân-ı Kerîmi ile bunun tefsiri olan Risale-i Nur parçaları birer hıyanet-i vataniye evrakı imiş gibi müsadere edilip savcılıklara devredildi. Muhakemesine mevkufen devam edilerek yirmi ay suçsuz yere hapishanede bırakıldı. Öyle bir an geldi ki, bu vak’aların cereyan ettiği Afyon Hapishanesi, Allah’a inanmaktan ve onun emirlerini yerine getirmekten gayrı hiçbir suçu olmayan mâsum vatandaşlarla dolup taştı. Onlara reva görülen zulüm, işkence, şeytanları bile dehşete düşürdü, ayyûka çıktı, vahşet halini aldı. Nasıl Kudüs-i Şerif Yahudilerin vahşetine ve peygamberlere yapılan zulümlere sahne olmuşsa, Afyon şehri de, insan haklarının çiğnenip vatandaş haklarının çarmıha gerildiği ikinci bir şehir oldu. 14 Mayıs seçimleriyle çeyrek asrın diktatoryası zîr ü zeber edilip çatır çatır yıkılırken, millet, kendi mukadderatına hâkim olmaktan duyduğu hudutsuz bir sevinç içerisinde bayram ediyor... 14 Mayıs’tan sonra herşeyin değişeceğini beklerken yine görüyoruz ki, vali ve kaymakamlar eski alışkanlıklarına devamdalar. Taharrî memurları yine konuşan iki-üç vatandaşın peşinde ve yine Bediüzzaman’ın evi tarassut altında. Öyle ki, bir jandarma çavuşu bile, elinde arama emri olmadan, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarıyla müeyyed bulunan mesken masuniyetine tecavüz ediyor. Ve bu cüretkâr, bir türlü ceza görmüyor. Yine Üstadın kılık kıyafetiyle uğraşılıyor, devr-i sabıkta olduğu gibi, ziyaretine gelenler yine kaydedilip karakollara çağrılıyor... Kendisini milletine hasreden seksen yaşındaki ihtiyar bir din âlimi öldürülmek isteniyor, hem de Ramazan Bayramı akşamı, iftar yemeğine zehir konulmak suretiyle. Bu ne feci, bu ne tahammül edilmez bir haldir! Tecrit edilmiş, daimî bir tarassut altında, kapısında bekçi. O içeride ölümle başbaşa bırakılıyor. Heyhat! Geliniz, ey ehl-i İslâm, hep beraber ağlaşalım. Hayır, hayır! Gözyaşlarıyla, feryatla tedavisi mümkün değil bu derdin... Allah için uğraşalım. Nihat Yazar Lügatler : ahkâm : hükümler, esaslar ayyûka çıkma : açığa çıkma behimî hisler : hayvanî duygular cefa : eziyet, sıkıntı cereyan etme : olma, sürüp gitme cüretkâr : cüret eden, cesaret eden devr-i rezilâne : rezillik devri devr-i sabık : önceki, geçen dönem; Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı dönemi diktatorya : diktatörlük, baskıcılık ecdad : atalar, cedler ef’al : fiiller, hareketler engizisyon mahkemeleri : Fransa’da 16. ve 17. yüzyıllarda Hristiyan Katolik Mezhebine ait kiliselerden alâkayı kesen veya Papa’ya karşı gelenleri ağır işkence ve zor ölümlere mahkûm eden mahkemelere verilen isim evrak : yapraklar, sayfalar; belge, doküman eza : sıkıntı, acı hâkim olma : hükmetme, karar verme, yönetme, egemen olma hakların çarmıha gerilmesi : hakların çiğnenmesi, hak sahibine hakkının verilmeyip gasp edilmesi hıyanet-i vataniye : vatan hainliği hudutsuz : sınırsız, sonsuz ihtirasat : ihtiraslar, aşırı istekler, hırs ve tutkular ikamet : oturum, oturma istihkar : küçümseme, önemsememe izzet : değer, itibar, yücelik kaza : ilçe mahkûm edilme : cezalandırma, cezaya hükmedilme masuniyet : dokunulmazlık mesken : ev, hane, oturulan yer meşbû : doymuş, kanmış mevkufen : tutuklu olarak minnet kabul etme : borç altına girme, kendini borçlu hissetme muhakeme : yargılama muhtelif : çeşitli, ayrı ayrı mukadderat : kader, alın yazısı, gelecek müeyyed : teyit edilmiş, onaylanmış müsadere : kanunî olarak yasak görülen bir şeye devlet tarafından el konulması müsellem : doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş nefyedilme : gönderilme, sürgün edilme reva görme : lâyık görme süflî : alçak, aşağılık şiâr edinme : prensip haline getirme taharrî : araştırma, inceleme tarassut : gözetleme, gözetim tebliğ : bildirme, ulaştırma tecavüz : saldırı, kuralları çiğneme teferruat : ayrıntılar, detaylar tefsir : Kur’ân’ın âyetlerini mânâ yönünden açıklama, yorumlama telâkki : anlama, kabul etme temayül : eğilim ve istek gösterme terfi-i makam : makam itibariyle terfi etme, yükselme teşekkül : kuruluş, oluşum Üstad : Bediüzzaman Said Nursî vak’a : olay, hâdise vakar : ağırbaşlılık, saygınlık vesile-i iftihar : iftihar vesilesi, övünç sebebi zebûn : düşkün, tutkun zîr ü zeber : darmadağın, alt üst edilme
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.5.TAHLİLLER(DEVAMI)
Bediüzzaman Said Nur
Büyük ve dâhi adamların beşiği olan Türkiye şimdiye kadar, ne kadar mebzul mücahidler, mücedditler ve bütün mânâsıyla büyük insanlar görmüştür. Onların idrak ettikleri hayat şartları ve gördükleri itibar, buldukları ve mazhar oldukları hürmet, kadir ve kıymetlerine asla nakîse vermemekle beraber, yürüdükleri hak yolunda, muhakkak ki, kendilerine büyük kolaylıklar temin etmiştir. Bu şartların mâkûs tecellîsine ve zulmün en ağırına mâruz kaldığımız şu geçmiş yirmi beş yıl, bize ağır mücadele ve mücahedeler içinde yoğurulmuş, dâvâsının ve imanının azametinden ilham almış ve büyüklüğünü dünyanın en ücra köşelerine yaymış bir dâhi, bir nur ve fazilet timsali hediye etmiştir.
Nuru birçok muzlim vicdanları aydınlatmış, kudreti birçok zayıf imanlı insanlara cesaret vermiş, dehâsı birçok nasipsiz insanların ruhuna ilham serpmiş olan bu büyük adam, hiç şüphe yoktur ki, Said Nur Hazretleridir.
Ondan fazilet ve fedakârlık dersi alan birçok yolunu şaşırmış insanlar kendilerini mes’ut ve aydınlık bir sahranın ortasında bulmuşlardır. Dehâsı ve celâdeti kadar imanı da kuvvetli olan bu muhterem insan, yirmi beş yıllık istibdat ve zulme gözlerini kırpmadan göğüs geren ve onun korkunç işkence adaletsizliğine imandan doğan bir cüretle karşı koyan tek şahsiyettir.

Bütün Müslüman dünyası, bu kutbun câzibesinden kendisini kurtaramamıştır. Türkiye’nin ıssız ve tenha bir köşesinde doğan bu nur, ziyasını Pakistanlılara, Endonezyalara kadar yaymış ve kendisiyle beraber milletimizin de şan ve şerefine hâleler eklemiştir.
Ne yazıktır ki, bağrımızdan fışkırmış, bize şeref kazandırmış, kararmış gönüllerimizi aydınlatmış, dalâlet yoluna sapmış insanları hak yoluna getirmiş olan bu muhteşem ve mübarek insan, bizden hürmet yerine sadece tazyik ve zulüm görmüştür.
Fakat, o bundan ne yılmış, ne de yolunu değiştirmiştir. Bilâkis, o daha iyi biliyor ki mücadelesiz, fedakârlıksız, ıztırapsız hiçbir dâvâ kök tutamaz.
Ne de olsa, ne kadar biz bu güneşin ışığını söndürmek istesek de, onun nuru karanlık gönüllerde birer meşale gibi yanıyor ve bizi aydınlatıyor. Bu, büyük insanın hakkı ve dâvâsının meyvesidir. Ne mutlu kendisine!

Cevat Rifat Atilhan

Lügatler :
azamet : büyüklük, yücelik, haşmet
celâdet : metanet, sağlamlık, kuvvetlilik
cüret : atılganlık, cesaret, yiğitlik
dâhi : son derece zeki, deha ve hikmet sahibi kimse
daimî : devamlı
dehâ : olağanüstü zeka ve akıl
ehl-i İslâm : Müslümanlar
fazilet : güzel ahlâk, mânevî değer, erdem
feci : acı verici, korkunç durum
hasretme : adama, ait kılma
hazret : saygıdeğer (saygı ve yüceltme maksadıyla kullanılan bir ifade)
heyhat : yazık, çok yazık
hürmet : saygı
idrak : anlama, kavrama
ilham : Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
istibdat : baskı, zulüm, diktatörlük
kadir : kıymet, değer
kudret : güç, iktidar
mâkûs : ters, aksi
mâruz : uğrama, hedef olma, tesirinde kalma
mazhar : erişme, nail olma
mebzul : çokça bulunan, bol
mes'ut : saadetli, mutlu, huzurlu
muhakkak : kesin, kesinlikle
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
muzlim : karanlık
mücadele : din uğrunda çaba harcama
mücahede : mücadele, cihat etme
mücahid : cihad eden, din uğrunda çalışan, çaba harcayan
müceddit : yenileyen, yenileyici; sahih hadisle her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders veren büyük âlim
nakîse : noksanlık, eksiklik
sahra : ova; (mecaz anlamıyla) huzur ortamının verdiği genişlik, ferahlık
Said Nur : Bediüzzaman Said Nursî
tahammül : katlanma, dayanma
tarassut : gözetleme, gözetim
tecellî : belirme, görünme, yansıma
tecrit edilme : soyutlanma, ayrı tutulma
temin : sağlama
timsal : örnek, nümune
vicdan : kalbe ait hislerin mazharı, aynası


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.6.TAHLİLLER(DEVAMI)
Bediüzzaman Said Nur

Güzel Türk vatanının yetiştirip bütün beşeriyete örnek insan olarak hediye ettiği büyük dâhi, büyük mürşid ve muhteşem bir insanın ismidir. Doksan yılı dolduran hayatının her günü birer nur hâlesi, birer fazilet ışığı, bir azim ve iman halkası halinde Türk nesillerinin ruhlarına ve dimağlarına girmiş ve bu nur, senelerle birçok karanlık ruhları aydınlatarak onları doğru, güzel ve ışıklı yollara sevk etmiştir.
İlâhî bir zekânın remzi olan büyük Üstad Said Nur Hazretleri, Allah’ın müstesna bir lütuf ve keremi olan muhteşem dehasını mü’min bir azim ve celâdetle bu aziz milletin hayrı, terakkisi ve yükselişi uğruna harcamış ve onun nuru Türk hudutlarından taşarak komşu memleketlere, Pakistan ve Endonezya’ya kadar yayılmıştır.
Bu nurun ışığı ve insanlara bahşettiği ahlâk ve fazilet şulelerinin tek bir kıymet ve takdir ölçüsünde toplanması mümkün değildir.
Ondaki azim ve irade, ondaki yüksek kanaat ve üstün insan vasfı, hepimiz için örnek teşkil edecek kadar büyüktür.

Yalnız biz değil, yalnız Müslümanlar değil, bütün insanlık bu büyük insanın şahsiyetinde asalet ve necabetin, ahlâk ve faziletin ve bilhassa yüksek imanın bütün göz kamaştırıcı enmuzeçlerini temaşa edebilir. Bütün Türk çocukları, vatanlarının bu kadar ilâhî bir zekâya, bu kadar muhteşem bir şahsiyete, bu kadar temiz bir insana beşik vazifesi gördüğüne iftihar edebilirler.
Evvelki gün onun bir mahkemesi vardı. Bu mahkemeden iki şey öğrendik: Biri, asil ve genç Türk neslinin fazilet ve ulüvv-ü ahlâka, yüksek inanç ve iradeye olan derin saygısı ve yüksek alâkası... Diğeri de, lükslerini, zenginliklerini, rütbe ve mevkilerini ve bugünkü fâni ve sefil varlıklarını Türk milletinin sefalet ve geriliğinde arayan ve zehirli ilhamlarını ve direktiflerini ve kuvvetlerini milletlerarası gizli, devirici ve bozguncu Türk düşmanlarından alan bir soysuzlar ve nesepleri belirsiz insanların takındığı tavır. Binlerce münevver Türk gencinin teşkil ettiği büyük topluluktan bir miktar irkilerek zehirli, mel’un ve müfsit kalemlerini korkak ve titrek dahi olsa sinsi sinsi aleyhte kullanan ve artık modası geçmiş olan palavralarla bu kıymeti küçümsemek isteyen gürûh.
Şöyle bir mukayese yapabiliriz: Üstad-ı Âzamla—hâşâ, mason üstadı değil—muasır olan büyük adam ve Hindistan’ın kurtuluş rehberi Mahatma Gandi. Biri, İngiliz ceberutuna, İngiliz emperyalizmine ve onun korkunç istilâ ve istismarına baş kaldırmış ve yıllarca büyük dâvâsına hizmet ederek İngiltere’nin bütün haşmet ve kudretini, azîm iradesi önünde âciz ve meflûç bir hale getirmiştir. Bizim bu tipte yetiştirdiğimiz büyük insanın mücadele ve mesai hayatı ve şekli, birincisine çok benzemekle beraber, fazla olarak ona Cenab-ı Hakkın bahş buyurduğu Müslümanlık ve iman nuru da kendi ziyasını güneş gibi İslâm iklimlerine ve diyardan diyara aşırıp götürmüştür.
Arada sadece büyük ve şayan-ı esef bir fark vardır.
Bu fark, birincisine dört yüz milyona yakın bir insan topluluğunun gösterdiği sarsılmaz inanç, hürmet ve bağlılık... Bizimkine karşı da mahdut bile olsa bazı asalet fukarası soysuzların açığa vuran istihfaf ve sinsi hücumları.

Ya Rabbi! Neden bizi böyle her kıymet ve fazileti paçavraya döndürecek kadar pespâyeleştirdin? Biliyoruz, sana karşı günahımız çok ve büyüktür. Yeter, yâ İlâhî, yeter bu sukut bize!
Cevat Rifat Atilhan

Lügatler :
âciz : zavallı, çaresiz
azîm : çok büyük
bilhassa : özellikle
ceberut : zulüm, baskı, despotluk
Cenab-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
direktif : emir
enmuzeç : örnek, model
fâni : gelip geçici, ölümlü
fazilet : güzel ahlâk, üstün değer, erdem
fukara : fakirler, bir mal ve değerden yoksul ve yoksun olanlar
gürûh : topluluk
hâşâ : asla, kesinlikle öyle değil
haşmet : güçlülük, görkemlilik
iftihar : övünme
İlâhî : Allah tarafından olan
ilham : kalbe doğan mânâ (şeytanların telkini)
irade : istek, dileme, seçim yapma gücü
istihfaf : hafife alma, küçümseme, aşağılama
istilâ : işgal etme
istismar : sömürü, sömürme
kudret : iktidar, güç
mahdut : sınırlı
meflûç : felç olmuş, kımıldayamaz hâle gelen
mel’un : lânetlenmiş, kınanmış
mesai : çalışma
mevki : makam, konum
muasır : çağdaş
muhakeme : duruşma, yargılanma
mukayese : karşılaştırma
müfsit : bozucu, bozguncu
münevver : nurlu, aydın
necabet : asil olma, temiz soylu olma
nesep : sülâle, soy sop
sefalet : perişanlık, yoksulluk
sefil : perişan, rezil
şayan-ı esef : üzücü, üzüntü verici
temaşa : ibretle seyretme, hoşlanarak bakma
ulüvv-ü ahlâk : yüksek ahlâk
Üstad-ı Âzam : büyük üstad
ziya : ışık



--
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.7.TAHLİLLER(DEVAMI) Bediüzzaman kimdir? Bediüzzaman, mâhut ve mühlik uçurumlarla dolu olan içtimaî seyrimizi, mânevî değerler bakımından bir nur-u imanî ve ziya-yı irşadî ile taht-ı emniyete almaya çabalayan ve bu hususta bilmenin, kendi kendini idare etmek; bilmemenin, körü körüne idare olunmak hakikatine vücut vereceğini halk kitleleri arasında temessül ettiren insandır. Bediüzzaman, ahlâkî kıymetler ve millî hasletlerin pozitif ilimlerle muvazi olarak kat-ı mesafe edemediğini, bu mânâ ve şekil muvacehesinde yetişen çöl kadar kuru ve boş ruhlarla bulanmış gençliğin, istikbalde milletimizin rüyet ufkunda bir kara belâ olacağı hakikat-i kat’iyesini gözlere sokan ve çare-i halâsı da gösteren kimsedir. Bediüzzaman, şark ve garp arasındaki azîm mufarakatın, şahsiyet mefhumunun daralma ve genişlemesinden neş’et ettiğini gören ve asrın maymun taklitçiliğine varan şahsiyetsizliği önünde şahsiyet mefhumunun ilâhî yüksekliğini gönüllerin mihrak noktasında sembolleştirmeye tevessül eden âlimdir. Bediüzzaman, hür adamların, hür memleketinin ilâhî kuruluş felsefesini, akıllara ve gönüllere nakşeden din adamıdır. Bu necip millet, Bediüzzaman gibi nefsindeki menfaat putunu deviren insanların hizmetine çok, ama çok muhtaçtır. Hukuk Fakültesinden Ziya Nur Lügatler : asr : yüzyıl azîm : büyük çare-i halâs : kurtuluş çaresi fazilet : güzel ahlâk, mânevî değer, erdem garp : batı hakikat : gerçek, doğru hakikat-i kat’iye : kesin gerçek, doğru haslet : huy, ahlâk, meziyet içtimaî : sosyal, toplumsal İlâhî : Allah tarafından olan, verilen istikbal : gelecek kat-ı mesafe etmek : yol almak, yol kat etmek, ilerlemek mâhut : bilinen, belli mefhum : anlayış, mânâ, ifade mihrak : odak noktası, merkez mufarakat : farklılık, ayrılık muvacehesinde : karşısında, önünde, çerçevesinde muvazi : paralel mühlik : helâk edici, yok edici necip : asil, soylu neş’et : meydana gelme, doğma nur-u imanî : iman nuru, ışığı pespâyeleştirme : alçaltma, düşkün hâle getirme, rezil kılma rüyet : görüş, fikir, düşünce sukut : düşme, alçalma şark : doğu taht-ı emniyet : emniyet ve güvence altı temessül ettirme : gösterme, yansıtma tevessül : bir şeyi vasıta yaparak yaklaşma, sarılma, çalışma vücut verme : meydana getirme, var etme yâ İlâhî : ey Allah'ım! ziya-yı irşadî : hak ve doğru yolu gösteren ışık
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.8.TAHLİLLER(DEVAMI)
Ehemmiyetli bir hakikat ve Demokratlarla Üniversite Nurcularının bir hasbihalidir.

Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mâni olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil, belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik, doğrudan doğruya anarşistliği intaç ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikate binaen, Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikate istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.

Bir ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuvvet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnettar ettiler. Hem mânen eski İttihad-ı Muhammedîden (a.s.m.) olan yüz binler Nurcularla, eski zaman gibi farmason ve İttihatçıların mason kısmına karşı ittifakları gibi, şimdi de aynen İttihad-ı İslâmdan olan Nurcular büyük bir yekün teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır. Fakat Demokrata karşı eski partinin müfrit ve mason veya komünist mânâsını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar.

Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) efradının çoklarını astılar. Ve “Ahrar” denilen Demokratları kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de, şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları aleyhine sevk etmek veya kendileri gibi tahribata sevk etmek istedikleri kat’iyen tebeyyün ediyor. Hattâ ulemânın resmî bir kısmını kendilerine alıp Demokratlara karşı sevk etmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek, tâ Nurcular vasıtasıyla ulemâ, Demokrata iltica etmesinler. Çünkü Nurcular hangi tarafa meyletseler ulemâ dahi taraftar olur. Çünkü onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki, ona girsinler.

İşte madem hakikat budur, yirmi beş seneden beri ehl-i ilmi, ehl-i tarikatı ezen, ya kendilerine dalkavukluğa mecbur eden eski partinin müfrit ve mason ve komünist kısmı bu noktadan istifade edip Demokratları devirmemek için, Demokratlar mecburdurlar ki hem Nurcuları, hem ulemâyı, hem milleti memnun ve minnettar etmek, hem Amerika ve müttefiklerinin yardımlarını kaybetmemek için bütün kuvvetleriyle ezan meselesi gibi şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ için mümkün oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir.

Maatteessüf, bazı müfrit ve mason ve komünistler, Demokrat aleyhinde olduğu halde kendini Demokrat gösteriyorlar ki, Demokratları tahribata sevk etsin ve din aleyhinde göstersin, onları devirsin.

Nur talebeleri ve Nurcu Üniversite gençliği namına

Sadık, Sungur, Ziya


Lügatler :
ahrar : hürriyetçiler (II Meşrûtiyet devrinde bir partinin ismi)
beşer : insan
binaen : –dayanarak, dolayı
cereyan : akım, hareket
çâre-i yegâne : tek çâre

dalkavukluk : yağ çekme, yaltaklanma
efrad : fertler, bireyler
ehl-i ilim : ilim ehli, âlimler
ehl-i tarikat : tarikata mensup olanlar
elzem : çok gerekli olan
ezan-ı Muhammedî : Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin ezanı; tevhidi ilân etmek amacıyla yüksek sesle yapılan kutsal davet
hakikat : asıl, gerçek, doğru
hakikat-ı Kur’âniye : Kur’ân’ın gerçeği, esas mânâsı
hasbihal : konuşmak, sohbet etmek

ihyâ : hayat verme, diriltme
iltica etmek : sığınmak
intaç etmek : netice vermek
istilâ-yı ecanip : yabancıların işgali
istinad etmek : dayanmak
ittifak : birleşme, birlik
ittihad-ı İslâm : İslâm birliği

kat'iyen : kesinlikle
maatteessüf : ne yazık ki
mâni : engel
mevki : makam, derece

meyletmek : eğilim göstermek
minnettar etmek : yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür hissi uyandırmak
muarız : karşı gelen, karşıt

mukabil : karşılık
müfrit : ifrat eden, haddini aşan, ölçüsüz ve taşkın hareket eden
müttefik : birlikte hareket eden
nokta-i istinad : dayanak noktası
nokta-i istinad : dayanak noktası
serbestiyet : serbestlik
sevk etmek : yönlendirmek, tahrik etmek
şeâir-i İslâmiye : İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler

tahribat : tahripler, yıkıp bozmalar
tahrip etme : bozup yıkma

tebeyyün etmek : ortaya çıkmak, anlaşılmak
teşkil etmek : oluşturmak, meydana getirmek

ulemâ : âlimler
vaziyet : durum, hal
yekün : toplam
zarurî : zorunlu, mecburi
zındıklık : dinsizlik


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.9.TAHLİLLER(DEVAMI) Hz. Üstadımızın 1950’de mânevî ihtara binaen yazdırdığı ve lâhikada neşrolunan bu hasbihali, Eşref Edib Bey, bilâhare Sebilürreşad Mecmuasında ve Küçük Tarihçe-i Hayatta aynı imzalarla neşretmiş ve Hz. Üstadımız da tekrar onu lâhikalara dâhil etmiştir. Demokrat kardeşlere tavsiye Diktatörler ve şefler idaresinde memleketin dinini, imanını, canını, hayatını kasıp kavuran merhametsiz eski devrin farmason kullarının şu can çekişme devrinde Demokratlara tevcih ettikleri silâhların en tesirlisi, onu kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalışmalarıdır. Bir kısmı dindarlık perdesine bürünerek, Demokratların millete vaad ettikleri din hürriyetini temin etmeyeceklerini propaganda ediyorlar. Bir kısmı da, irticaı himaye ediyor ithamıyla Demokratların din hürriyetine taraftarlık etmesini önlemeye, kendileri gibi Demokratları da dini, din müesseselerini tahrip etmeye, din ehline karşı şiddet göstermeye sevk ediyorlar. Demokrat Partinin iktidarı ele alır almaz komünistlere karşı şiddetli davranması, diğer taraftan ezan-ı Muhammedînin serbestisini temin etmesi, bu sebeple halkın muhabbetini kazanarak kendi kuvvetinden yirmi defa daha bir kuvvet elde etmesi, Halkçıları müthiş endişeye düşürdü. Eski devrin din ehline ve Kur’ân ehli olan Nurculara karşı takip ettiği zalimane siyasetin onları bu hale düşürdüğünü Demokratlar idrak edecek bir seviyede oldukları için, onların pusularına düşmeyeceklerine itimadımız vardır. Eski devrin belli başlı şiârı malûmdur. Demokratlar, bekalarını temin etmek isterlerse, tamamıyla bu şiâra karşı bir siyaset takip etmeleri icap eder. Bir taraftan komünizme karşı şiddet, diğer taraftan dini ve din ehlini himaye. Açıkça ve mertçe bu yolda yürümek mecburiyetindedir. Bu hususta göstereceği en ufak bir zaaf, yahut en ufak bir samimiyetsizlik onu Halkçıların çukuruna düşürür. Biz Nur talebeleri, kat’iyen siyasetle iştigal etmeyiz. Bizim yegâne emelimiz, memlekette din hürriyetinin hakikî surette temini, dine ve din ehline ve Kur’ân ehli olan Nurculara karşı çeyrek asırdan beri devam eden zulüm ve tazyikin tamamıyla bertaraf olmasıdır. Demokrat kardeşlere tavsiye ederiz: Devr-i sabıkın şeytankârâne oyunlarına, hilelerine aldanmasınlar, onların düştükleri dalâlete düşmesinler. Milletin ruhunu ve iradesini onlar gibi istihfaf etmesinler. Komünizme ve dine karşı tuttukları doğru yolda azimle devam etsinler. Lügatler : asır : yüzyıl beka : devamlılık, kalıcılık bilâhare : daha sonra binaen : -dayanarak Demokrat : demokrasi taraftarı, Demokrat Parti mensupları devr-i sabık : önceki dönem; Cumhuriyet Halk Partisi idaresi ve iktidar dönemi diktatör : despot, baskıcı, zorba din ehli : dindarlar; dinin emir ve yasaklarına uyanlar emel : arzu, istek ezân-ı Muhammedî (a.s.m.) : Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin ezanı; tevhidi ilân etmek amacıyla yüksek sesle yapılan kutsal davet Halkçılar : Cumhuriyet Halk Partisi mensupları hasbihal : sohbet, söyleşi himaye : koruma icap : gerekme idrak : anlama, kavrama ihtar : hatırlatma, ikaz irtica : gericilik, geriye dönüş iştigal : meşgul olma, uğraşma itimad : güven, güvenme ittiham : suçlama lâhika : ek, ilâve; Üstad Bediüzzaman ve Nur talebelerinin mektuplarının yer aldığı kitaplar malûm : belli, bilinen mecburiyet : zorunluluk merhamet : acıma, şefkat muhabbet : sevgi neşretme : yayınlama suret : şekil, biçim şeytankârâne : şeytanca, şeytan gibi şiâr : sembol, işaret, nişan tazyik : baskı temin : sağlama tevcih : yöneltme, çevirme vaad : söz verme yegâne : tek, bir, yalnızca zaaf : zayıflık zalimâne : zâlimcesine, zulmederek, acımasızca --
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.10.TAHLİLLER(DEVAMI)
Bediüzzaman

Bergson Ahlâkla Dinin İki Kaynağı adlı son kitaplarından birisinde, bilhassa ahlâkın, bir insan cemiyetinde alçalmış vak’a derekesinden ulvî mefkûre seviyesine, ancak dindar ve temiz şahsiyetler sayesinde yükselebileceğini kaydeder.

Bu görüş, insanlık ve Müslümanlık tarihinde sayısız örneklerle her zaman tahakkuk eylemiştir. Zaten psikoloji ilmine dayanan terbiye san’atı, an’anevî yollarında bu umdeye tutunduğu ve yeni bir istikamet verilecek nesilleri bu kabil örnek insanları taklide sevk ettiği nispette, bizden evvelki devirlerde, bizden çok mes’ut insanlar yetiştirmiştir.

Bediüzzaman, hangi cemiyette ve hangi devirde yaşarsa yaşasın, işte bu işaret ettiğimiz örnek insan vasıflarını muhafaza eden temiz ve müstesna şahsiyetlerden birisidir. Türk milletini mahvetmek için casus ellerle perde arkasında yetiştirilmiş ve Türk milletini yalanla, dolanla her saniye aldatmayı kendine bir geçinme san’atı edinmiş bir sürü vatan haini ve millet düşmanı mahlûklar, bu temiz şahsiyetin yıllardan beri hayatını cendereye sokmuştur. Sorarız. (Fakat kime soracağız? Bu sorgudan da ne umacağız?) Bütün tarihimizde, her fırsatta, en korkunç ve amansız düşmanlığını ispat eden Fener Patrikleri muhteşem saraylarında saltanat sürerken, bu aziz toprağın asırlardan beri tapusunu, en az bin senelik bir mülkiyet hakkıyla etinde ve kalbinde taşıyan Bediüzzaman, bu fesat ocağının bir kapıcısı kadar da mı yaşamak hakkından mahrum kalsın?

Hangimiz, yaprakları arasında fikrî ve ruhî seyahatlere kalktığımız kitaplarımızın, ansızın mukaddes bilinen meskenimize tecavüz edilerek, odamızda baskına uğrayarak ellerimizden kapılıp gasp edilmesine tahammül edebiliriz? Böyle bir hareket, güya taklit edilen çağdaş medenî cemiyetlerden en geri kalan İspanya’da da vuku bulamaz; hele vukuundan sonra, nâmütenahi, asla tekerrür edemez.

Biz, Bediüzzaman’ın ilim, ahlâk, fazilet ve edep sıfatlarıyla bezenen temiz ve yüksek şahsiyetine gösterilen ve hele son günlerde bütün bütün şiddetlenen kötü muamelelerden ve bu muameleleri ona reva görenlerden nefret ediyoruz. Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu Türklerin bu kadar karanlık günlerinde onun feyzini bir sır gibi kalpten kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz. Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.

[SUP]1[/SUP]إِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
Cevdet Sezer
[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]1[/SUP] : “Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” Bakara Sûresi, 2:153.

Lügatler :
an’anevî : geleneksel
asır : yüzyıl
azim : kararlılık, gayret, sebat
bilhassa : özellikle
casus : gizli sırları haber veren, ajan
cemiyet : toplum, topluluk
cendere : sıkı ve dar yer, boğaz
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
dereke : aşağı derece, aşağı seviye
devir : dönem, çağ
fesat : bozgunculuk
istihfaf : küçük görme, hafife alma, aşağılama
istikamet verme : doğru yola iletme, yönlendirme
kabil : gibi, tür, çeşit
mahlûk : yaratıklar
mahrum : yoksun
mahvetme : yok etme
mefkûre : gaye, ideal, düşünce
mes’ut : mutlu, huzurlu
mesken : yer, konut
muhafaza : koruma
mukaddes : kutsal, yüce
mülkiyet : sahip olma
müstesna : seçkin, üstün
nispet : ölçü, oran
ruhî : ruha âit, ruhsal
saltanat sürme : hüküm sürme, hayat sürme
şeytankârâne : şeytanca, şeytan gibi
tahakkuk : gerçekleşme
tahammül : dayanma, katlanma
tecavüz : saldırı, izinsiz girme
terbiye : eğitim
ulvî : yüce, yüksek
umde : esas, temel, prensip
vak’a : olay, hadise
vasıf : özellik, nitelik


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.11.TAHLİLLER(DEVAMI)
[SUP]1[/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Hazretleri,
Risale-i Nur’u, himmet ve dualarınızla, dikkat ve tefekkürle okudukça, bu muazzam eser külliyatının tılsım-ı kâinatın muammâsını keşf ve halleden bir keşşaf olduğunu, hal ve istikbalin bir mürşid-i ekberi ve bir rehber-i âzamı olduğunu, yine dua ve himmetinizle idrak ediyoruz. Evet, Üstadımız Hazretleri Risale-i Nur’u okuyan her idrak sahibi anlıyor ki, Risale-i Nur, gerek bu asrın, gerekse önümüzdeki asrın beşeriyetini fikir karanlıklarından kurtarıp, tenvir ve irşad edecektir.
Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve millet için değil, âlem-i İslâm ve bütün beşeriyetin ihtiyacına cevap verecek bir külliyat olarak telif edilmiştir. Bugün, tarihte hiç görülmemiş bir fecaat ve felâket içerisinde çırpınan beşeriyet için, halâskâr olarak Risale-i Nur’a sarılmaktan ve ne pahasına olursa olsun, Risale-i Nur’un nuranî ve parlak eczalarını elde edip dikkat ve tefekkürle okumaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Risale-i Nur’u okuyan herkes, bu hakikati idrak etmiş ve etmektedir. Eğer biz muktedir olsak, bu hakikati, kâinata nazır bir mahalle çıkıp, bütün kâinata ilân edeceğiz. Fakat madem ki buna muvaffak olamıyoruz ve mademki Risale-i Nur’un cihanşümul kıymetini bu derece Üstadımızın himmetiyle idrak etmişiz; şu halde o nur ve feyiz hazinesi, irfan ve kemalât menbaı olan Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile boş geçirmeden, mütemadi ve devamlı bir şekilde hergün ve her saat okuyacağız ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışacağız inşaallah. Fakat, her an bütün işlerimizde olduğu gibi, bunda da büyük Üstadımızın dua ve himmetiyle muvaffak olabileceğiz.
Hem şu hakikat zahir ve bâhirdir ki: Bir kimse allâme dahi olsa, Risale-i Nur’un ve müellifinin talebesidir, Risale-i Nur’u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse, kendisini aldatan enaniyetine boyun eğip Risale-i Nur Külliyatını okumazsa, büyük bir mahrumiyete dûçar olur. Fakat biz, idrak ettiğimiz bu muazzam hakikat karşısında, beşeriyetin halâskârı ve milyarlarca insanların fevkinde olan bir memur-u Rabbanîye nasıl minnettar ve medyun olduğumuzu tarif edemiyoruz. Yine dua ve himmetinizle idrak etmişiz ki, Kur’ân-ı Kerîmin bir mu’cize-i maneviyesi olan harika Risale-i Nur Külliyatının bir satırından ettiğimiz istifadenin, bir miktar-ı mukabilini dahi ödemeye gücümüz yetişmez. Bunun için, ancak Cenab-ı Hakka şöyle yalvarmaya karar verdik:
“Yâ Rab! Bizi ebedî haps-i münferidden kurtarıp bâki ve sermedî bir âlemin saadetine nâil edecek bir hakaik hazinesinin anahtarını Risale-i Nur gibi nazirsiz bir eseriyle bahşeden sevgili ve müşfik Üstadımızı, zâlimlerin ve düşmanların suikastlarından muhafaza eyle, Kur’ân ve iman hizmetinde daima muvaffak eyle. Ona sıhhat ve âfiyetler, uzun ömürler ihsan eyle” diye dua ediyoruz.

Evet, Üstadımız Hazretleri, Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle okumak nimet-i uzmâsına nail olan biz bir kısım üniversite gençliği, bir hüsn-ü zan veya bir tahminle değil, tahkikî ve tetkikî bir surette, sarsılmaz ve sarsılmayacak olan ilmelyakîn bir kuvvet-i imaniye ile inanıyoruz ki, zemin yüzünün bu asra kadar görmediği bir vahşet ve dehşetin sebebi olan dinsizlik ve ilhadı, Bediüzzaman ortadan kadırmaya inayet-i Hak ile muvaffak olacaktır.
Bizim bu kanaatimiz, safdilâne veya tahminle değildir; ilmî ve delile müstenid bir tahkik iledir. Bunun için, muarız olan dahi bu hakikati kalben tasdik edecektir. Dua ve şefkat buyurun, Kur’ân ve iman hizmetinde fedâi olalım. Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile kaybetmeden okuyalım, yazalım, ihlâs-ı tamme muvaffak olalım.

Üniversite Nur talebeleri namına
Abdülmuhsin

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.


 
Üst