Avukat Abdurrahman Şeref Lâç’ın müdafaası
Müteakiben, diğer mümtaz avukat arkadaşları gibi Üstadın müdafaasını fahrî olarak deruhte eden imanlı ve kudretli meşhur ve mümtaz avukat Abdurrahman Şeref Lâç müdafaaya başladı. Evvelâ bir mukaddime yaptı. Dedi ki:
“Sanık olarak huzurunuza gelen seksen yaşını mütecaviz bu mübarek zâtın suçla hiçbir münasebet ve taallûku olmadığı, tamamıyla tezahür etmiştir. Yüksek mahkemece de buna tam kanaat hâsıl olduğunu, beraatine karar verileceğini de kuvvetle ümit ederim. Ancak, aleyhimizde bir karar verilmesine binde bir ihtimal olsa da, üzerime aldığım bir mâsumun müdafaasını ihmal etmeyi bir vazifesizlik sayarım. Yüksek Temyiz Mahkemesinin kanaat ve nokta-i nazarını da hesaba katmak icap eder. Burada bahsedilmedi diye usul noktasından bir eksiklikte bulunmuş olmamalıyım. Onun için müdafaamı yapmama yüksek mahkemenin müsaadelerini rica ederim.”
“Peki Abdurrahman Bey, son müdafaanızı dinleyeceğiz. Buyurun.”
“Gençlik Rehberi isimli eser, Kur’ân-ı Azîmüşşânın emir ve tefsirlerinden ibaret bulunmasına, İslâm dininin ve bu dinin emir ve nasihatlerini ihtiva eylemesine ve Anayasanın 70’inci maddesine göre; şahsî masuniyet, vicdan, tefekkür, söz ve neşir hak ve hürriyeti Türklerin tabiî haklarından olduğu, Anayasanın 75’inci maddesine göre de hiçbir kimse, mensup olduğu din ve mezhepten dolayı muahaze edilemeyceğinden, müvekkilimin Anayasa ile kendisine bahşedilmiş bulunan bu din ve neşir hürriyetinden mahrum edilerek cezaî tâkibe mâruz bırakılması Anayasa hükümlerine mugayirdir…
“Yukarıda izah ettiğimiz kanunî taraflarımız farz-ı muhal nazar-ı dikkate alınmaz, Türk Ceza Kanununun antidemokratik 163’üncü maddesine göre müvekkilimin tâkibi mümkün farz edilirse, isnat edilen suçun tahliline geçer ve şöyle deriz:
“Bir Müslüman. Ak saçlı, yaşlı bir Müslüman. Saçını başını ve yaşını bütün ömrü boyunca nurla ağartmış bir Müslüman. Saçı, başı, yaşı ve bütün vücudu Allah’ın nuruyla yıkanmış, ter temiz ve bem beyaz bir Müslüman. Bütün ömrü boyunca in’âm-ı Hak olan hayatını, Türk milletinin salâh ve hakikî saadeti için vakfetmiş, emr-i İlâhî olan ruhunu, feleğin hakikî mâliki Allah’a teslim edinceye kadar aynı yolda yürümeye azmetmiş, bina-yı Sübhanî olan bedenini, yalnız Allah yolunda yıpratmış olan büyük bir Müslüman, bugün, ‘Demokrasi vardır’ denilen birgün, kalkıyor, yalnız ‘Allah’ diyor, ‘Kitap’ diyor, ‘Resul’ diyor ve gençliğe, ‘Dikkat’ diyor. Der demez arkasından savcı (dâvâyı açan savcı) yapışıyor.
“Gel buraya... Suç işledin!’ diyor.
“Ve âfâkı kapkara bir zulmet kaplamıştır.
“Fakat, bakın şu asîl ve necip ihtiyar Müslümana! Ne kadar sakin ve ne kadar rahattır. Zira kesrette değil, vahdettedir. Gecenin zulmetinden ve gündüzün rengârenginden bîfütûrdur. Belâ zindanında safayı seyretmektedir. Cefa sofrasında vefa bulan, mazhar-ı tecellî olandır. Zira eşya hakikatlerinden haberdardır. Kesafeti letafete kalb etmiştir. Kanı çekilmiş, damarlarında kan yerine, feyz-i Hak ve nur cereyan etmektedir ve savcı (dâvâyı açan savcı) bu Müslümanı kolundan yakalamış, hapse sürüklemektedir.
“Niçin? Neden? Ne yaptı bu pîr-i fânî? Nedir kabahati bu ihtiyar Müslümanın? Ne mi yaptı? Bakın, savcıya (dâvâyı açana) göre neler ve neler yaptı?
“Gençlik Rehberi adıyla bir kitap çıkardı.
“A. Lâikliğe aykırı hareket etti. Allah, din, iman lâikliğe aykırı olur mu? Olur. Peki, başka?
“B. Devletin içtimaî, iktisadî, siyasî ve hukukî temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak istedi. Nasıl, niçin ve ne maksatla yaptı bunları?
“C. Şahsî nüfuz temin ve tesis etmek maksadıyla.
“Peki, ya siyasî menfaat kasdı var mı acaba? Hayır, bu yok. Ehl-i vukuf da bu maksadı görmemiş. Savcı da bunu diyemiyor. Peki, amma mademki siyasî menfaat kastı yokmuş, bu pîr-i fânînin şahsı, cüssesi, bedeni ne ki, dünyadan ne bekliyor ki nüfuz temin etmek istesin?
“Savcı, ‘Ben orasını bilmem’ diyor. ‘İstiyor işte.’ Hem bunu böylece bilirkişiler de söylüyorlar.
“Peki, nasıl yaptı bu işleri bu Müslüman?
“A. Dini, dinî hissiyatı ve dince mukaddes tanılan şeyleri âlet etmek suretiyle.
“Nedir bu mukaddes tanılan şeyler? İslâm dini, Müslümanlık hisleri, Allah kelimesinin kalbdeki haşyeti, Kur’ân, tefsir... Demek savcı bunları biliyor. Bunların mukaddesat olduğuna inanıyor.
“Peki, amma bunları bilmek, inanmak ve sonra söylemek âlet etmek midir? Evet, dâvâyı açan savcıya göre âlet etmektir. Öyleyse savcı da bunları âlet ediyor, hem de siyasî bir kanuna âlet ediyor, hem de bir Müslümanı mahkûm ettirmek için âlet ediyor. Şu halde o da 163’üncü maddeye göre suç işlemiyor mu?
“ ‘Hayır’ der savcı. ‘Ben propaganda yapmıyorum. O propaganda ve telkin yaptı.’ Ne dedi peki? Şunları söyledi:
“ ‘... Bu zamanda, zındıka dalâleti İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmarenin plânıyla şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuş yolunu genişlettirmeye çalışarak, çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar; belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.’
“Peki, yalan mı bunlar? Fuhşu teşvik ve nikâhı imha eden fâhişeler gürûhu inkâr mı ediliyor? Gizli ve âşikâr fuhuşla ve devlet eliyle mücadele yok mu? Ceza Kanunu, Fuhuşla Mücadele Nizamnâmesi ve Ahlâk Zabıtası bunlarla geceli gündüzlü mücadele etmiyor mu?
“Var, var amma ‘Buna biz karışırız, Allah ne karışır?’ diyor savcı. Peki, böyle desin. Desin amma kanun, zabıta ve savcı, suç işlendikten sonra işleyeni ve işleteni yakalıyor. Yani iş olup bittikten sonra, namus pâyimal olup adam öldükten sonra... Daha evvel tedbir almaya kanunen imkân yok; fakat dinen buna imkân var: Allah korkusu ve din. Bu korku sayesinde her türlü rezaletin önü alınabileceğini bildiriyor. İslâm dini bunu emrediyor. Tedbiri evvelden alın diyor. Nasıl? Nasihat edin, ikaz edin, Allah’ı tanıtın, insanın kalbinde Allah korkusu, Allah sevgisi, ateş, Cehennem, ebedî azâp, ebedî saadet yer etsin, bilsin, anlasın, sevsin ve korksun; korksun ki fenalıklardan kaçsın, hem kendisi kurtulsun, hem de cemiyet. Savcı da, devlet de, hükûmet de, millet de rahat etsin. Bunun için Allah korkusunu ve sevgisini insanlara aşılayın.
“Nasıl yapalım bu işi? Söyleyin, yazın, okutun. Peki, amma o zaman propaganda diyorlar. Ne olur? Bunlar Allah’ın emirleri, Kur’ân-ı Azîmüşşânın hikmetleri değil mi? Din, sizin en tabiî hakkınız değil mi? Kim men eder sizi bundan, Allah yolundan? Suç diyorlar buna. Öyle mi? Allah’ın emrini okuyun:
[SUP]1[/SUP]اِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللهِ وَشَاقُّوا الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْهُدٰى لَنْ يَضُرُّوا اللهَ شيْئاً وَسَيُحْبِطُ اَعْمَالَهُمْ
“Meâli: ‘Haberiniz olsun ki, o küfür edip halkı Allah yolundan men eyleyen ve hak kendilerine tebeyyün ettikten sonra Peygambere karşı gelenler, hiçbir zaman Allah’a zerrece bir zarar edecek değiller. O, onların amellerini heder edecektir.’
“Peki, amma dinlemezlerse? Dinleyenlere, iman edenlere tekrar edin; çünkü yaptığınız iş iyidir, insanlar için, cemiyet için, millet için, hükûmet için, devlet için hayırlıdır; şerden, belâdan koruyucudur. İman edenlere deyin ki:
[SUP]2[/SUP]يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اَطِيعُوا اللهَ وَ اَطِيعُوا الرَّسُولَ وَلاَ تُبْطِلُوا اَعْمَالَكُمْ
“Meâli: ‘Ey bütün iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin de amellerinizi iptal eylemeyin.’
“Buna da inanmazlarsa, deyin ki: Tehlike, vatan ve milletiniz için tehlike, dinde, dinin propagandasında değil, dinsizliktedir. Bunu Başvekilimiz de söyledi: ‘Sağcılığın memleket için tehlikeli olduğu görülmemiştir. Bugün din propagandasına mâni bir hal yoktur; tedbir almaya da lüzum kalmamıştır.’
“Muhterem hâkimler! Siz bilirsiniz, fakat bir kere de dâvâyı açan savcıya sorunuz, bakalım hayır diyebilecek mi? Allah’ın emirleri, Kur’ân-ı Azîmüşşânın hikmeleri gençlere anlatılmaz, bildirilmezse, propaganda suçtur diye men edilirse, ahlâksızlık, iffetsizlik, köksüzlük, fuhuş, zina, katil suçlarının önüne geçmek yalnız ceza kanunlarıyla kabil midir? Komünizm gibi bütün dünyayı tehdit eden erzel âfetin, gizli ve âşikâr, seri ve sinsi tahribatını tamamen neyle önlemek mümkündür?
“Muhterem vatansever, Allah’ına ve mukaddesatına bağlı necip Türk hâkimleri! Şu korkunç küfür propagandasına körpe Müslüman Türk çocuklarının temiz ve saf dimağlarını senelerce tahrip ederek felce uğratan korkunç din düşmanlarının akıttığı zehirlere bakın.
“Ne korkunç hal ve tezatlar içindeyiz! Savcı bunu görmez, İslâm dinine ve bütün mukaddes dinlere yapılan bu korkunç taarruz ve hakareti tâkip etmez de, bu taarruzdan gençliğe muhafaza tedbirleri tavsiye edeni mi yakalar?
“Pek muhterem Türk Müslüman hâkimler! Siz Kur’ân-ı Mübînin Allah’ın nurunun pırıltıları ile dolu olan ve yalnız o nur-u İlâhîyi aksettiren Risale-i Nur Gençlik Rehberi’nden dolayı müvekkilimi mahkûm edemezsiniz.
“Muhterem, asîl ve Müslüman Türk hâkimleri! Pek iyi bilirsiniz ki, hakikî irşad âlimleri enbiyanın vârisleridir. Bu mübarek zatlarda kendilerine miras kalan vaaz u nasihatı, Kur’ân-ı Mübînin emirlerine göre yaymakla mükelleftirler. Vazifesini yaparken hiçbir ücret ve ivazın talibi değildirler. Vazifelerini fîsebilillâh yaparlar. Ancak, Allah ve Resulünün rızasına taliptirler. Son nefeslerine kadar bu mukaddes vazifeye devam ederler. Çünkü, bu vazife onlara Allah ve Resulünün emanetidir. Müvekkilim, bu emaneti ehline tevdi ediyor diye nasıl tâkip ve tâzip edilir? Nasıl bu ihtiyar yaşında zayıf ve nahif bünyesi, inanamayacağı ağır bir teklif ile mükellef tutulur: ‘Gel, zindana gir!’
“Bu, en korkunç bir zulüm olur. Bu zulme mâni olmak vazifesi de sizlere emanet edilmiştir.
“Bütün fenalıkları, günahları, ahlâksızlığı, rezaleti, fesat ve fitneyi imha edecek nurdur...
[SUP]3[/SUP]يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
“Meâli: ‘Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Allah ise, muhakkak nurunu tamamlamak, tamamen parlatmak istiyor, kâfirler hoşlanmasalar da.’ ”
Avukat
Abdurrahman Şeref Lâç
Bu müdafaayı müteakip Üstad Said Nursî’ye başka bir diyeceği olup olmadığı mahkeme reisi tarafından sorulmuş, mumaileyh ayağa kalkarak,
“Yalnız bir kelime söylemek için müsaadenizi rica ederim.”
“Buyurunuz.”
“Muhterem vekillerim benim şahsım hakkında söylemiş oldukları senakâr sözlere ben lâyık değilim. Ben, Kur’ân ve iman hizmetinde çalışan âciz bir adamım. Başka bir diyeceğim yoktur.”
Beraat kararının tebliği
Bunun üzerine muhakeme hitam bulmuş; heyet-i hâkime müşavereden sonra ittifakla beraat kararını tebliğ etmiş ve bu karar mahkemede hazır bulunan üniversiteliler ve halk tarafından şiddetle alkışlanmıştır. Savcılık tarafından temyiz edilmediği için karar kesinleşmiştir.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Muhammed Sûresi, 47:32.
[SUP]2[/SUP] : Muhammed Sûresi, 47:33.
[SUP]3[/SUP] : Tevbe Sûresi, 9:32.
| Lügatler :
âciz : zayıf, güçsüz
âfâk : ufuklar
âfet : belâ, musibet, büyük felâket
aksettirme : yansıtma
asîl : asaletli
âşikâr : apaçık, açıktan
azmetme : kararlı olma
Başvekil : Başbakan
beraat : serbest bırakılma; temize çıkma, suçsuz bulunma
bîfütûr : usanmaz
bina-yı Sübhanî : her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan Allah’ın san’atla yarattığı bina; beden
cefa : sıkıntı, eziyet
cemiyet : toplum
cereyan etme : akma, dolaşma
cezaî : cezaya âit, ceza ile ilgili
cüsse : fiziksel yapı, beden
dalâlet : hak ve doğru yoldan sapkınlık, inançsızlık
deruhte : yapma, yerine getirme
dimağ : beyin, akıl, şuur, zihin
ebedî : sonu olmayan, sonsuz
ehl-i iman : mü’minler; Allah’a ve Allah’tan gelen her şeye inanan kimseler
ehl-i vukuf : bilirkişi
emr-i İlâhî : Allah’ın emri
enbiya : nebîler, peygamberler
erzel : en rezil, alçak
fâhişeler gürûhu : namusunu koruyamayan iffetsiz, hayasız kadınlar topluluğu
fahrî : karşılıksız, parasız, gönüllü olarak bir şeyi yapma
farz-ı muhal : olmayacak bir şeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım
felek : gök, gök katı; varlıklar âlemi
fenalık : kötülük, çirkinlik
fesat : bozgunculuk
feyz-i Hak : Allah’ın feyzi, mânevi gıda ve bereketi
fırka : kısım, bölük
fîsebilillâh : Allah yolunda ve Allah rızası için
fuhuş : çok çirkin ve ahlâksız işler, hayasızlık
Gençlik Rehberi : gençlere hak ve doğru yolu göstermek ve onları inançsızlık tehlikelerinden korumak için Risale-i Nur’dan derlenen bir eser
hakaret : aşağılama, küçük düşürme
hakikî : gerçek
hâkim : yargıç
hâsıl olma : meydana gelme
haşyet : korku, ürperti
heyet-i hâkime : hâkimler kurulu
hikmet : gaye, maksat, hedef
hissiyat : hisler, duygular
hitam : son bulma, sona erme
icap etme : gerekme
içtimaî : sosyal, toplumsal
iffetsizlik : hayasızlık
ihtiva eyleme : içine alma, kapsama
iktisadî : ekonomik
imha : yok etme, ortadan kaldırma
in’âm-ı Hak : Allah’ın nimeti, lütuf ve ihsanı
irşad : hak ve doğru yolu gösterme
isnat : dayandırma
itaat : emre uyma, boyun eğme
ittifak : görüş ve oy birliği
ivaz : karşılık, bedel
kabahat : suç, kusur
kabil : mümkün, olabilir
kalb etme : dönüşme, değişme
kanunen : yasal olarak
kanunî : yasal, kanuna uygun olarak
katil : öldürme
kebâir : büyük günahlar
kesafet : yoğunluk, katılık, karanlık
kesret : çokluk
kudret : bir şeyde güç ve iktidar sahibi olma, yeterli olma
Kur’ân-ı Azîmüşşan : şan ve şerefi büyük olan Kur’ân
Kur’ân-ı Mübîn : hak ve hakikati açıklayan Kur’ân
küfür : inkâr ve inançsızlık
lâiklik : devlet yönetiminde bütün dinlere eşit mesafede durmayı öngören ve dinî olmayan sistem
letafet : incelik, hoşluk; cisimden alâkayı kesip nuraniyet kazanma
mahkûm ettirme : cezalandırma
mahrum : yoksun
mâlik : sahip
mâni : engel
mâruz : uğrama, hedef olma, tesirinde kalma
mâsum : günahsız, suçsuz
masuniyet : dokunulmazlık
mazhar-ı tecellî : tecellilere erişme, yansımalara ayna olma
meâl : mânâ, anlam
mensup olma : bağlı olma, bağlanma
mezhep : dinde tutulan yol, takip edilen metot, usûl
muahaze edilme : ayıplanma, sorumlu tutulma
mugayir : aykırı
muhakeme : duruşma, yargılama
muharebe : savaş, savaşma
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
mukaddes : kutsal
mukaddesat : kutsal olan şeyler, yüce değerler
mukaddime : giriş
mumaileyh : kendisine işaret edilen, gösterilen kimse
mübarek : hayırlı, bereketli
müdafaa : savunma
mükellef : sorumlu, yükümlü
mümtaz : seçkin, üstün
münasebet : ilgi, alâka
müşavere : danışma, fikir alışverişinde bulunma
müteakiben : daha sonra, takip ederek
müteakip : -dan sonra, peşi sıra
mütecaviz : aşmış, aşkın
müvekkil : vekâlet veren, vekil tayin eden kimse
nahif : zayıf
nazar-ı dikkate alınma : göz önünde bulundurulma
necip : soylu
nefis/nefs-i emmâre : insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden duygu
neşir : yayma, yayım
nikâh : iman ve Kur'ân esaslarına uygun evlenme
nizam : kanun, düzen
nokta-i nazar : bakış noktası, görüş açısı
nur-u İlâhî : Allah’ın nuru
nüfuz : etkinlik, tesir
pâyimal olma : ayaklar altına alınma, çiğnenme
pîr-i fânî : pek yaşlı ve zayıf adam, dünyayı terk etmiş ihtiyar
rezalet : rezillik, alçaklık
saadet : huzur, mutluluk
safâ : neşe, gönül hoşluğu, rahatlığı
salâh : iyilik, güzellik, barış ve huzur
senakâr : öven, övgü dolu
suret : şekil, biçim
şer : kötü, çirkin
taallûku olma : bağlantısı olma, ilişkisi bulunma
taarruz : hücum, saldırma
tahlil : analiz
tahribat : tahripler; yıkıp bozmalar, yıkıp yok etmeler
tahrip : harap etme, yıkıp bozma
tâzip : sıkıntı ve eziyet verme
tebeyyün : belirme, açığa çıkma, görünme
tebliğ : bildiri, bildirme
tefekkür : düşünce
teklif : yük, sorumluluk
telkin : bir fikir ve düşünceyi anlatma, zihinde yer ettirme
temin : sağlama, elde etme
temyiz : verilen bir mahkeme kararına itiraz edilerek davanın tekrar görülmesi için bir üst mahkemeye başvurma
Temyiz Mahkemesi : Yargıtay; alt mahkeme kararlarının doğru verilip verilmediğini incelemekle görevli üst makam
tesis etme : kurma
tevdi etme : verme, teslim etme
tezahür : ortaya çıkma, açığa çıkma, görünme
tezat : zıtlık
usul : metot; yargılama kuralı
vahdet : birlik; her şeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın birliği
vakfetme : adama, bağışlama
vâris : mirasçı
vekil : başkasının adına ve yerine hareket eden, asıl vazifelinin yerine çalışan; avukat
zerrece : çok az miktar
zındıka : dinsizlik, inançsızlık
zina : haram ve büyük günah olan, nikâhsız olarak yapılan cinsî münasebet
zindan : hapis
zulmet : karanlık
|