Tarihçe-i hayat dersleri 8.70.emirdağ hayatı(devamı)

YİĞİDO

Üye
Kademeli
Lügatler :
allâme : büyük âlim
bâhir : âşikar, belli, görünen
bâki : kalıcı, devamlı
beşeriyet : insanlık
Cenab-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cihanşümul : evrensel
dûçar olma : yakalanma, girme
ebedî haps-i münferid : tek başına sonsuz bir hapis, sonsuz Cehennem hapsi
ecza : cüzler, kısımlar; Risale-i Nur’dan bölümler
enaniyet : benlik, gurur
fecaat : felâket, belâ, kötü durum
fevkinde : üstünde
feyiz : ilim, bereket, mânevî gıda
gaflet : duyarsızlık, umursamazlık, habersiz davranma
hakaik : gerçekler, doğrular
hakikat : doğru, gerçek
halâskâr : kurtarıcı
himmet : mânevi yardım, ciddi gayret
idrak : anlama, kavrama
irfan : Cenab-ı Hakkı tanıma, bilme, hak ve hakikatin özüne ulaştıran bilgi, marifet
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar, varlıklar
kemalât : mükemmellikler, fazilet ve olgunluklar
mahal : yer
mahrumiyet : yoksunluk, yoksulluk
medyun : borçlu
memur-u Rabbanîye : Allah’ın emriyle hareket eden memur
menba : kaynak
miktar-ı mukabil : karşılığının bir miktarı, en ufak karşılık
minnettar : teşekkür eden, şükran duyan
mu’cize-i maneviye : mânevi mu'cize; başkalarını benzerini yapmaktan aciz bırakan olağanüstülük
muazzam : azametli, büyük
muhafaza : koruma
muktedir olma : güç yetirme, yapabilme
muvaffak : başarma, başarılı olma
müellif : yazar
müşfik : şefkatli
mütemadi : devamlı, sürekli
nâil : ulaştırma, eriştirme
nazır : bakan, gören
nazirsiz : eşsiz, benzersiz
nuranî : nurlu, aydınlık
saadet : mutluluk, huzur
sermedî âlem : dâimî, sürekli âlem; öldükten sonraki sonsuz âhiret âlemi
suikast : kötü niyet, maksat; komplo,
tefekkür : etraflıca ve derinlemesine düşünme
zahir : açık
zaruret : zorunluluk, mecburiyet


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.12.TAHLİLLER(DEVAMI)
[SUP]1[/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Çok mübarek Üstadımız Hazretleri,

Evvela: Geçenlerde alınan Nur eczalarının hepsi dağıldı; Nurun müştakları sürur içinde kaldılar. Nurdan kısmeti olanlar, birer birer çıkıp ona koşuyorlar. Nur arayan sineler [SUP]2[/SUP]
مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ hakikatince buluyorlar. Bu sefer Ziya kardeşimizin getirdiği otuz dört adet Sözler kapışıldı. Asâ-yı Mûsâ’lar Ankara’ya ve Anadolu’nun muhtelif yerlerine dağılıyor...

Risale-i Nur’un perde arkasındaki parlaklığını görmeyenler dahi ona taraftardırlar. Risale-i Nur’un Medresetü’z-Zehrâsı Anadolu çapında ve âlem-i İslâm ölçüsünde genişleyeceğini, Risale-i Nur’daki hakikatin yüksekliğinden ve dikkat ve tefekkürle okuyan mü’minlerin ve ehl-i ilmin arasında vücuda gelen sarsılmaz
uhuvvet ve kardeşlikten anlıyoruz. Medresetü’z-Zehrânın bu muazzam faaliyeti, zemin yüzünde bahar mevsiminde olan İlâhî ve muazzam neşir gibi sessiz, gürültüsüz, şâşaasız, gösterişsiz ve mütevazi, fakat muazzam bir şekilde cereyan etmektedir. Fıtraten acûl olan insanoğlu, âlemde hâkim olan kanun-u İlâhîyi düşünmeyerek, her meselenin istediği vakitte hallolunmasını istiyor; küçük dairelerdeki vazifelerini atlayıp, büyük dairelere sapıyor.

Tohumları atılmış ve sümbül vaktine gelmiş olan Risale-i Nur’un yetiştirdiği hakikî imanlı zatlar, inşaallah yakın zamanda âlem-i İslâma birer nümune-i imtisal olup nur-u hidayeti göstereceklerdir.

Ankara Üniversitesi Nur talebeleri namına

Abdullah

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
[SUP]2[/SUP] : Ciddî olarak arayan, aradığını bulur.


Lügatler :
acûl : çok aceleci olan, acele davranan
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
Arş : Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve her şeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer
arz : dünya
cereyan : akım, hareket
ehl-i kalb : kalb ehli, kalbiyle mânevî olarak ilerleme kaydeden
faaliyet : çalışma, hareket
felek : gök, gök katı
fevkalâde : olağanüstü
fıtraten : yaratılış olarak, yaratılıştan
Hak : varlığı hak ve gerçek olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah
hakikî : gerçek
hâkim : egemen
hazret : saygıdeğer (saygı ve yüceltme maksadıyla kullanılan bir ifade)
himmet : ciddi gayret ve yardım
hukuk-u ibâd : kul hakları
hukukullah : Allah’a ait haklar, kamu hakları
İlâhî : Allah tarafından olan
irşad : hak ve doğru yolu gösterme
Kalem (kalem-i kudret ve kader) : ilk varlık olarak yaratılan ve Allah’ın takdir ettiği şeyleri yazan kader ve kaza kalemi
kanun-u İlâhî : Allah'ın kanunu
kemal : olgunluk, mükemmellik
kudret-i ilmiye : ilmî güç ve iktidar
Kürsî : Arşın altındaki sema tabakası; Allah’ın hükümranlığı ve ilminin tecellî ettiği yer
lâyenkatı : kesintisiz
Levh (Levh-i Mahfuz) : her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı manevî kader levhası
leyl ü nehar : gece ve gündüz
lillâh ve fillâh : Allah için ve Allah yolunda
meydan-ı iptilâ ve imtihan : tecrübe ve imtihan meydanı
muazzam : azametli, büyük
mücahid-i ekber : din uğrunda çalışan büyük mücahid
mütevazi : alçak gönüllü
nail : erişme, kavuşma
nam : ad
neşir : yayma, yayımlama; bahar mevsiminde bütün varlıkların Allah'ın izniyle yeryüzüne yayılmaları
neşr : yayma, yayımlama
nimet-i uzmâ : büyük nimet
nur-u hidayet : hak ve doğru yolu gösteren nur, ışık
nümune-i imtisal : uyulup örnek alınacak model
sa’y ü gayret : çalışma ve gayret
sahibü’l-ihlâs ve’n-nur ve’l-kemal ve’l-irşad : ihlâs, nur, kemâl ve irşad sahibi
semavat : gökler, semâ âlemleri
şâşaa : gösteriş, göz alıcılık
şerait : şartlar
uhuvvet : kardeşlik
zemin yüzü : yeryüzü


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.13.TAHLİLLER(DEVAMI) Ankara’da Nurları neşretmek nimet-i uzmâsına nail olmuş büyük bir âlim ve ehl-i kalb bir zatın Üstada yazdığı bir mektuptur. Sahibü’l-ihlâs ve’n-nur ve’l-kemal ve’l-irşad, mücahid-i ekber Bediüzzaman Hazretleri, Meydan-ı iptilâ ve imtihana lillâh ve fillâh için atıldığınız andan bu ana kadar, hukukullah ve hukuk-u ibadın müdafaa ve muhafazasına leyl ü nehar, Hak ve halk huzurunda, zâtınıza has kudret-i ilmiye ve kemaliye ve nuriye ve irşadiyelerinizle fevkalâde ağır şerait dairesinde lâyenkatı denecek derece sa’y ü gayret ve himmetle çalıştığınıza, melek, felek, Arş, Kürsî, Levh, Kalem 1 , arz, semavat, âlem-i kevn, ins ve cin ve hariçteki ehl-i insan ve İslâm ve bu abd-i âciz, “eşhedü billâh ilâ âhiri’d-devran” şahid-i dâimî ve ebedîyiz. Sâhibünnur olan Bediüzzaman’ımız! Zât-ı Nuriyelerinizin, abd-i aciz, can ve gönülden dostunuzum. Bu dostluğum, gelip geçici, zevale mahkûm dostluklardan değildir. Âlem-i mânâda, bezm-i ezel-i elestüdeki fıtrat-ı zâtiyelerimizden müntakil dostluk olduğu gibi, âlem-i şuhudumuzda bir yarım asra tekarrüp buyuran etvar ve akval ve harekât ve sekenatınızdan ve bu müddet zarfında devr-i istibdat ve Meşrutiyet ve Cumhuriyette birbirinden beter iptilâ ve imtihan ve çilelerinizden ve tevarih-i muhtelifede âzamî ağır şerait dairesinde divan-ı harb ve sair muhakemelerinizden ve meydan-ı gazalarda harp ve darpler ve meydan-ı ilimde akran ve emsalinize faik mübahesat ve münakaşat-ı ilmiye ve intişar buyuran âsâr-ı celile ve cemilelerinizden; ihlâsa makrun a’mâl-i sâliha ve efkâr-ı nuriyelerinizden, cihad-ı asgar ve ekberlerinizin seyir ve temaşa ve tilâvetinden aldığım ders-i ibret ve hikmetler, zât-ı ekmelinize olan kadim dostluğumu her an arttırdı, son derece tarsin ve tahkim buyurdu, aşka, vecde getirdi. Bu aşk ve şevkle Sultan Hamid zamanından beri zâtınızın ve Nur talebelerinizin hukuk-u umumiye ve hususiyelerinizin hasbeten lillâh müdafaa ve muhafaza ve himayesi için, yakından uzaktan, karınca kudretince, dostluk vecibelerini mânen-maddeten îfada kusur etmemeye âzamî çalıştım, çalışıyorum ve çalışacağım. Bu halime Hak ve halk ve Nur talebelerinizin bir kısm-ı mühimmi âgâhtırlar. İnşaallah, avn-i Hak ve imdad-ı Muhammediye ile ve cihad-ı asgar ve ekberdeki fî zamanına bî-misal aşk-ı ihlâsiyelerinizle, kariben hak galip, batıl mağlûp olur. Âlem-i insaniyet İslâmiyete inkılâp ve medeniyet-i Muhammediye bütün şâşaasıyla tulû buyurur. İns ve cin, melek ve felek hep birlikte îd-i ekber eyleriz. Hassaten, bu cihanşümul bayramımızı doya doya ve kana kana kemal-i sıhhat ve âfiyetle seyir ve temâşâlarınızı, rahmet-i İlâhiyeden maa âile duada berdevamız. Cenab-ı Hak, dergâh-ı Ulûhiyetinde dualarımızı Habib-i Kibriya hürmetine müstecap buyursun. Âmin, sümme âmin. Pek mübarek kalbî, ruhî, sırrî dostum! Bilmem, abd-i âcizi hatırladınız mı? Her ihtimale karşı hatırlatayım: Yurdun her tarafında mücahede-i milliye devam ederken zât-ı hâkimânelerine, Ankara’da mücahede-i milliyeye birlikte devamı mutazammın, muhtelif eşhastan on sekizi mütecaviz davetnâmeler geldiği zaman, bu davetlere icabet edip etmemek hususunda, İstanbul’da ikametgâhınızda, beynimizde takarrur eden günde buluşarak istişare buyurduğunuz alay müftülerinden dost-u kadiminiz Ankaralı Osman Nuri’yim. Son zamanlarda Millî Müdafaa Vekâleti Müftülüğüne tayin olundum. 25 seneye karib burada müftülük yaptım. Üç sene evvel tekaüd oldum. Şimdi Ankara’da evimde ikamet ediyorum. Zâtınıza ve ehl-i insan ve İslâma leyl ü nehar dua ile imrar-ı hayat eyliyorum. En büyük emelim ve arzum, ölmeden evvel, dünya gözüyle zatınızı görmek ve ziyaret etmek, hasbeten lillâh bir sohbetinizde bulunmaktır. Bunu can ü gönülden arzu eyliyorum. Azizlerin azizi azizim, Kemal-i tazimat ve tekrimatla zât-ı hakîmânelerinizi ve talebe-i Nuriyelerinizi aşk ve şevkle selâmlar ve hatırlar, iki cihanda aziz olmalarını ve olmanızı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden tazarru ve niyaz eyleriz. Pek mübarek ellerinizden hasret ve iştiyakla takbil eyler, dua-yı ihlâsiyelerini ve cevab-ı sevaplarınızı bekler, Allah’a emanet eylerim, bizim bir tane Sahibü’n-Nur ve’l-Azm ve’l-İrade ve’l-İrşad Efendimiz Hazretleri. El-bâki Hüvellah Yâr-ı garınız, müntehâ-yı zirve-i hiçîde biricik abd-i gubar Osman Nuri Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : 1 : Ebû Davûd, Sünnet:16; Tirmizî, Kader:17, Tefsiru Sûre:68; Müsned, 5:217. Lügatler : a’mâl-i sâliha : dince makbul olan iyi, güzel ve faydalı işler abd-i âciz : Allah'ın âciz ve zayıf kulu abd-i gubar : günahkâr kul; toz ve çamura bulanmış gibi günahlarla kirlenmiş kul anlamında bir ifade âgâh : haberdar, bilgi sahibi akran : yaşıt, yaşıtlar akval : sözler, konuşmalar âlem-i insaniyet : insanlık dünyası âlem-i kevn : varlık âlemi âlem-i mânâ : mânâ âlemi, madde ötesi âlem âlem-i şuhud : görünen âlem, dünya âmin : “Allah’ım kabul eyle” âsâr-ı celile ve cemile : güzel ve kıymetli eserler aşk-ı ihlâs : büyük bir samimiyet, çalışma, iş ve davranışlarda yalnızca Allah'ın rızasını gözetme gayret ve aşkı asr : yüzyıl avn-i Hak : varlığı zorunlu ve gerçek olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah'ın yardımı âzamî : en fazla, en çok aziz : çok değerli, izzetli, saygın batıl : İslâma göre hak ve doğru olmayan, yalan berdevam : devamlı yapma, devam etme beynimizde : aramızda bezm-i ezel-i elestü : Cenab-ı Hak ezelde ruhları yarattığında, “Ben Rabbiniz değil miyim?” şeklindeki soruya bütün ruhların, “Evet Sen Rabbimizsin” diye cevap vermeleri ânı; “Elest meclisi” veya “Bezm-i elest” şeklinde de ifade edilir. bî-misal : eşsiz, benzersiz can ü gönülden arzu eyleme : bütün ruh ve kalbiyle arzulama, isteme Cenab-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah cevab-ı sevap : doğru cevap, karşılık cihad-ı asgar ve ekber : nefis mücadelesi olan en büyük cihat ve silahlı mücadele olan küçük cihat cihan : dünya, âlem cihanşümul : evrensel darp : vurma, dövme davetnâme : çağrı yazısı, mektubu dergâh-ı Ulûhiyet : Allah’ın yüce katı ders-i ibret ve hikmet : hikmet ve ibret dersi devr-i istibdat : baskı ve zulüm dönemi Divan-ı Harb : Sıkı Yönetim Mahkemesi dost-u kadim : eski dost dua-yı ihlâsiye : büyük bir samimiyet, iş ve ibadette yalnız Allah rızasını gözeterek yapılan dua efkâr-ı nuriye : nurlu, aydın fikirler, düşünceler ehl-i insan ve İslâm : gerçek insan ve Müslüman olanlar emel : arzu, istek emsal : benzerler; aynı yaş ve konumda olanlar eşhas : şahıslar, kişiler eşhedü billâh ilâ âhiri’d-devran : “son nefese kadar Allah'ın varlığına ve birliğine şehadet ederim” etvar : tavırlar, haller faik : üstün felek : sema, gök katı ve oradaki varlıklar âlemi fıtrat-ı zâtiyelerimiz : kendimize ait asıl mizacımız, yaratılışımız fî zamanına : içinde bulunduğumuz döneme, zamana Habib-i Kibriya : Allah’ın en büyük sevgilisi ve yüce peygamberi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) Hak : gerçek, doğru; varlığı doğru ve gerçek olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri : varlığı gerçek olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan ve her türlü kusur ve noksanlıktan sonsuz derece uzak olan yüce Allah hariç : dış harp : savaş hasbeten lillâh : Allah rızası için, Allah yolunda, karşılık istemeksizin hassaten : özellikle hazret : saygıdeğer (saygı ve yüceltme maksadıyla kullanılan bir ifade) himaye : koruma hukuk-u umumiye ve hususiye : kişisel ve genel haklar icabet : cevap vermek, katılmak îd-i ekber eylemek : büyük bayram yapmak îfa : yerine getirme, yapma ihlâs : samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme ikamet etme : oturma ikametgâh : oturulan ev, hâne, yer, mesken imdad-ı Muhammediye : Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) mânevi himmet ve yardımı imrar-ı hayat eylemek : hayatını sürdürmek, devam ettirmek, yaşamını sürdürmek inkılâp : dönme, dönüşüm, değişim ins ve cin : insanlar ve cinler inşaallah : Allah izin verirse intişar : yayılma, yayınlama iptilâ : deneme, imtihan, sınav istişare buyurma : görüş isteme, görüş alış verişinde bulunma iştiyak : büyük özlem duyma, özleme kadim : eski kalbî : kalbe âit, kalple ilgili karib : yakın kariben : yakında, yakın zamanda kemal-i sıhhat ve âfiyet : tam bir sağlık ve afiyet kemal-i tazimat ve tekrimat : sonsuz saygı ve hürmetleri arz etme, belirtme kısm-ı mühim : önemli bir kısım kudret : güç, iktidar leyl ü nehar : gece ve gündüz maa âile : âileyle beraber, ailece maddeten : maddî olarak mağlûp olma : yenilme makrun : kavuşmuş, birlikte, beraber mânen : mânevi olarak medeniyet-i Muhammediye : Cenâb-ı Hakkın vahyi ile Hz. Muhammed'in (a.s.m.) getirmiş olduğu İslâm medeniyeti meydan-ı gaza : savaş meydanı meydan-ı ilim : ilim sahası Millî Müdafaa Vekâleti : Millî Savunma Bakanlığı muhafaza : koruma muhakeme : yargılanma, yargılama muhtelif : değişik, farklı mutazammın : içine alan, içeren mübahesat ve münakaşat-ı ilmiye : ilmî tartışma ve konuşmalar mübarek : hayırlı, bereketli mücahede-i milliye : millî mücadele müntakil : intikal eden, sürüp gelen müntehâ-yı zirve-i hiçî : yokluk ve hiçliğin zirvesi, en son noktası müstecap buyurmak : kabul buyurmak, kabul etmek mütecaviz : aşkın, geçen rahmet-i İlâhiye : Allah'ın rahmeti ruhî : ruhla ilgili Sâhibünnur : Risale-i Nur'un müellifi ve sahibi; Kur'ân'dan aldığı ders, feyz, ilim ve faziletle insanları aydınlatan nur sahibi Üstad Bediüzzaman Said Nursî Sahibü’n-Nur ve’l-Azm ve’l-İrade ve’l-İrşad : nurun, azmin, iradenin ve doğrulara ulaştırıcı irşadın sahibi sair : diğer sekenat : oturumlar; bir yerde kalıp ikamet etme halleri sırrî : sırra ait sümme : sonra, tekrar şahid-i dâimî ve ebedî : sonsuz ve dâimî şahit, tanık şâşaa : parlak, haşmet, gösteriş şerait : şartlar şevk : büyük arzu, istek tahkim : kuvvetlendirme takarrur eden : yerleşen, sabitleşen takbil eyleme : öpme talebe-i Nuriye : İman ve Kur'ân hizmetinde bulunan Risale-i Nur talebeleri tarsin : sağlamlaştırma, güçlendirme tayin olunma : atanma tazarru ve niyaz : dua etme, yalvarma ve yakarma tekarrüp : yaklaşma tekaüd olma : emekli olma, emekliye ayrılma temaşa : ibretle seyretme, hoşlanarak bakma tevarih-i muhtelife : farklı tarihler, zamanlar tilâvet : okuma tulû : doğma vecd : coşku vecibe : borç, zorunlu vazife, görev yâr-ı gar : sevgili mağara arkadaşı; hicretin en tehlikeli anında bir mağaraya gizlenen Peygamberimize (a.s.m.) eşlik ettiği için Hz. Ebubekir'e (r.a.) verilen bir ünvan; burada Üstad Bediüzzaman'a iman ve Kur'ân hizmetinde ona sadakatini belirtmek için bu ifade kullanılmıştır zarfında : içinde zât-ı ekmel : mükemmel, olgun ve üstün zât, kimse zât-ı hakîmâne : her şeyde bir gaye ve maksadı düşünerek hikmetlî davranan şahsiyet, kişilik zât-ı Nuriyeleriniz : nurlu zâtınız zeval : kaybolma, gelip geçici olma
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.14.TAHLİLLER(DEVAMI)
Üstadın Emirdağı’na gidişi

Üstad Said Nursî, Afyon hapsinden tahliye edildikten sonra, yanındaki talebeleriyle beraber Emirdağ’a gitti. İki sene kadar Emirdağı’nda kaldı. 1371 yılının Muharrem ayında Eskişehir’e geldi ve bir buçuk ay kadar Yıldız Otelinde ikamet etti. Üstadın bu gelişi manidar idi. 1950’ye kadar nefyedildiği mahallerden, hiçbir yere çıkmamıştı; esasen çıkmasına müsaade edilmemişti. Çok zaman, yakın bir köye dahi gidemiyordu.

Üstad, Eskişehir’de, müştak talebeleriyle görüşmüş, Risale-i Nur’un yeni ve taze meyveleri olan genç Nur talebeleriyle konuşmuş, bir derece hayat-ı içtimaiye ile alâkadar olmuştu. Orada her sınıf halktan talebeleri kesretle bulunduğu gibi, askerler içinde, bilhassa havacılardan pek çok Nur talebeleri vardı. Bunların herbirisi imanlı ve yüksek ahlâk sahibi olup, şecaat-i milliye-i İslâmiye ile serefrâz, ihlâslı, kalpleri muhabbet-i Nebeviye ve cihan değer hizmet-i İslâmiye ve vataniye ile meşbû kimselerdi.

• • •


Bir müddet sonra, Üstad, Eskişehir’den Isparta’ya gitti ve yetmiş gün kadar orada kaldı. Bu sırada, İstanbul’daki faal talebeleri, Gençlik Rehberi’ni tab’ ettirmişler, bu yüzden Üstad aleyhine dâvâ açılmış ve Üstad, mahkeme için İstanbul’a çağrılmıştı.

Üstad, Isparta ve İstanbul’da iken, Nur Âleminin Bir Anahtarı ismiyle neşredilen tevhid hakkındaki bahisleri yazmış ve mektup olarak talebelerine göndermişti ki, bu bahisler çok kıymettar birer tevhid hazinesi hükmündedir.


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.15.TAHLİLLER(DEVAMI)
İstanbul mahkemesi
Bazı üniversiteli gençler, gençliğin iman ve ahlâkına hizmet maksadıyla Gençlik Rehberi’ni İstanbul’da bastırdılar. Bunun üzerine, müddeiumumilik tarafından, 163’üncü maddeye istinaden eser, lâikliğe aykırı olarak, devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak maksadıyla yazıldığı, propaganda ve telkin mahiyetinde olduğu iddiasıyla, Üstad, İstanbul Birinci Ağır Ceza Mahkemesine sevk olunmuştu.
22 Ocak 1952 muhakeme günü olmak itibarıyla, Bediüzzaman Said Nursî, Isparta’dan İstanbul’a gelerek mahkemede hazır bulunmuştu. Üstadın talebeleri genç üniversiteliler, mahkeme salonunu doldurmuşlardı. Koridorlarda büyük bir kalabalık göze çarpıyordu. Evvelâ iddianame ve ehl-i vukuf raporu okunmuş, Üstadın isticvabı yapılmıştı. Ehl-i vukuf raporunda, “Müellifin bu eserde din düşüncesini yaymaya çalıştığı, gençlere rehber olacak fikirler serd eylediği, müellifin tesettür taraftarı olduğu, kadınların yarım çıplak ve açık bacakla dolaşmalarının İslâmiyete aykırı ve kadının fıtratına zıt olduğunu beyan ettiği, kadını güzelleştiren şeyin terbiye-i İslâmiye dairesinde âdâb-ı Kur’âniye ziyneti olduğunu söylediği, dinî tedrisat taraftarı olduğu, binaenaleyh devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak istediği...” uzun uzadıya izah edilmiştir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin müdafaasını İstanbul avukatlarından Seniyyüddin Başak, Mihri Helâv ve Abdurrahman Şeref Lâç deruhte etmişlerdir.
Okunan iddianame ve rapor üzerine, Üstad Said Nursî, cevaben, otuz beş senelik hayatını misal göstererek, siyasetle, dünyevî ve menfî cereyanlarla alâkadar olmadığını, kendisini meşgul eden ve nazarını çeken tek şey, hakaik-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye olduğunu, bütün kuvvetiyle imanı kurtarmak dâvâsında gittiğini bildirir, müteaddit mahkemelerin beraat ve iade kararlarını zikreder. Gençlik Rehberi adlı eserinin üniversiteli gençler tarafından bastırılmasının büyük bir memnuniyeti mucip olması lâzım geldiğini, içinde bulunduğumuz asrın
menfi cereyanlarına, bilhassa içtimaî bünyemizi sarsan ahlâksızlık ve imansızlık salgınına karşı, Gençlik Rehberi gibi Risale-i Nur’un bütün eczalarının külliyetle intişarının, gençliğe ve mâsum evlâtlara ve kadınlara umumen okutturulmasının, vatan-millet saadeti nokta-i nazarından gayet elzem olduğunu beliğ bir surette ifade etmiş; mezkûr gayeler için, kendi haberi olmadan genç üniversitelilerin tab eylediğini beyan etmiştir.
Mahkeme 19 Şubat 1952 gününe talik edilmiştir.
İkinci muhakeme gününde, Risale-i Nur Külliyatından çok istifade eden bir çok üniversite talebeleri ve ehl-i irfandan müteşekkil büyük bir kalabalık, mahkemeyi dinlemek üzere erkenden koridorları doldurmuşlardı, Üstad, alkışlarla, üniversiteli Nur talebelerinin kolları arasında mahkeme salonuna girdi, maznun sandalyesine oturdu. Avukatlar da geldiler, yerlerini aldılar. Mahkeme salonunda müthiş bir izdiham vardı. Binlerce kişi mahkemeyi dinlemek üzere salona girmek istiyor, kalabalık, dalgalar halinde kapılardan taşıyordu. Bu hadisenin zahirî heybet ve ihtişamının aksettirdiği mânâ, daha muazzam ve daha haşmetli idi. İslâmiyet nurunun mücessem bir timsal-i müşahhası olan Said Nursî’ye, dinî kültürden mahrum olarak yetiştirilen gençlik, tâzim ederek minnettarlığını ifade ediyordu. Güya lisan-ı halleriyle, “Ey yirminci asrın zulümatını Kur’ân’ın nuruyla yaran, ehl-i İslâma nurlu ve beşaretli ufuklar gösteren, insanlığı, fıtratına münasip yüksek ve ebedi saadete davet eden büyük mücahid! İnsanlığa, bahusus bu vatan evlâtlarına yaptığın büyük hizmeti, bizler şükranla karşılıyoruz. Ve istikbal dahi seni takdirle yâd edecektir. Sen mânen ölüme yüz tutan bir nesli, maneviyat âb-ı hayatına kavuşturan bir hekim olarak çok kıymettar ve yüksek bir hizmet ifâ ettin. Yokluğa, ebedî şekavete atılmak istenen bir milleti ve gelecek nesillerini, Kur’ân’ın nuruyla ebedî saadete ulaştırmaya ve Allah’a kavuşturmaya çalıştığını ve hayatını bu uğurda feda ettiğini biliyoruz.

İmanlı nesiller seni takip edecektir;
Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir.”

diyorlar.
Salondaki kalabalığın fazla olmasından, mahkemenin devamına imkân kalmamıştı. İntizamı temine tahsis edilen polisler, halkın tehacümüne mâni olamıyordu. Nihayet mahkeme reisinin halka hitaben, “Hoca efendiyi seviyorsanız biraz meydan veriniz ki, mahkemeye devam edebilelim” demesi üzerine, halk çekilmeye başladı. Bu suretle, mahkemenin devamına imkân hasıl oldu.
Gençlik Rehberi’ni basan matbaacı ve sonra polisler dinlendi. Daha sonra Üstad, ehl-i vukuf raporuna karşı itiraz eyledi. İkindi namazı vakti geçmek üzere olduğundan, Üstad namaz kılmak üzere müsaade istedi. Mahkeme reisi, Üstadın bu ricasını kabul ederek muhakemeye nihayet verdi.
Üstad, genç üniversitelilerin ve kendisini candan seven talebelerinin kolları arasında koridorlardan geçerken, binlerce halk tarafından alkışlanıyor, kendisi de iki eliyle sevgili talebelerini selâmlıyordu. Adliye binasının önünde üç-dört bin kişi toplanmış, Üstadı görmek üzere bekliyorlardı. Üstad, binlerce halkın alkış tufanı arasında merdivenlerden indi. Bu arada heyecandan ağlayanlar da vardı. Bu izdiham arasında yaya yürümek kabil olmadığı için, Nur talebeleri tarafından Üstad bir otomobile bindirilerek Sultanahmet Camiine gidilmiş ve cemaatle namaz kılınarak ikametgâhına götürülmüştü.

Üstad 5 Mart 1952, son muhakeme günü, yine genç mekteplilerle halk tabakalarından müteşekkil binlerce kendisini sevenlerin arasında mahkeme salonuna girdi. Mahkeme salonundaki izdihamın geçen defaki gibi muhakemenin devamına mani olacak dereceye varmaması için, müteaddit polis müfrezeleri Adliye binasının merdivenlerini ve koridorları muhafaza altına almışlar, geçitleri kapamışlardı. Bununla beraber, mahkeme salonu kapılara kadar hıncahınç dolmuştu.
Mahkeme başladı; şahit olarak Gençlik Rehberi’ni bastıran üniversite talebesi dinlendi. İfadesinde, şark ve garbın eserlerini okuduğunu, sonra Risale-i Nur eline geçtiğini, bu eserlerden aklı, fikri, ruhu ve kalbi son derece müstefid bulunduğunu, irade ve ahlâkı üzerinde mühim tesirler yaptığını, Gençlik Rehberi’nin, gençlerin iman ve ahlâkını temin ve muhafaza yolunda büyük tesiri olması dolayısıyla, bir hizmet-i vataniye yapmak emeliyle bastırdığını, suç mahiyetini haiz birşey görmediğini söylemiştir.


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.16.TAHLİLLER(DEVAMI)
Üstadın müdafaası

Çok uzun süren mazlumane, maceralı hayatıma dair gayet kısa maruzatta bulunacağım. Lütfen dinlemenizi rica ederim.
(Mahkeme, Üstadın müdafaasını serbest ve rahatça yapmasına meydan verdi. Üstad da geniş ve ferahlı bir müdafaa yaptı.)
Muhterem hâkimler,
Yirmi sekiz sene emsalsiz ihanetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere maruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnatların esası birkaç noktaya dayanır:
1. En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telâkki etmeleridir. Malûmdur ki, her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir.
Dininde çok mutaassıp ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’ân ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri, şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.
Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasranîler tâbi oldukları memleketin dinine, kudsî rejimine muhalif, zıt ve muteriz bulundukları halde, o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.
Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o Hıristiyan, İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede, onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki, adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmayan şarkta, garpta, bütün dünya adalet müesseselerinde câri ve hâkimdir.

Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek, yüzlerce âyat ı Kur’âniyeye istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdada, lâiklik maskesi altında dine ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhalefet etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa, Anayasanın hakikî ve samimî müdafaasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilâkis muhalefet meşru ve samimî bir muvazene-i adalet unsurudur.
2. Bana zulüm ve cefayı reva gören devr-i sabıkın yaptığı isnatların ikincisi, emniyet ve asayişi ihlâldir. Bu vehim ve hayal ile, bu düzme isnat ile, yirmi sekiz sene bana ceza çektirdiler. Memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler. Zindandan zindana attılar. Kimse ile görüştürmediler. Tecrit ettiler, zehirlediler, türlü türlü hakaretlerde bulundular.
Biz ki, beş yüz bin fedakâr Nur talebeleri, memleketin her tarafında emniyet ve âsayişin fahrî mânevî muhafızlarıyız; bize böyle bir isnatta bulunmaları, günahların en büyüğüdür. Onlar bize o kadar zâlimane ihanetlerde bulundukları halde, biz asla hislerimize kapılmayarak, gönüllerde emniyet ve âsayişi temin yolunda, iman ve Kur’ân’a hizmet yolunda, gafletle anarşiye sapanları düştükleri fevzâ gayyâsından kurtarmak yolunda çalışmaktan bir an hâli kalmadık.
Muhterem hâkimler, şunu kat’î olarak arz ederim ki, bu delilsiz bir iddia değildir. Bizim zulüm ve menfâ sahamız olan altı vilâyetin altı mahkemesi, uzun ve ince tetkikler neticesinde, emniyet ve âsâyişi ihlâl yolunda hiçbir vukuat kaydetmemiştir. Bu hareketimiz ispat eder ki, Nur mekteb-i irfanının talebeleri, kalbler üzerinde işler, emniyet ve âsâyişin bekçisini kafalara, kalblere yerleştirir. Bizim iman derslerimiz anarşiye karşıdır, bozgunculuğa karşıdır, farmasonlara ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zabıta dairelerinden sorulsun, beş yüz bin Nur irfan mektebi talebesinden birinin olsun nizam ve intizama aykırı bir vukuatı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde nizam ve intizamın en sağlam muhafızı olan iman bekçisi vardır.
Sebilürreşad’ın 116’ncı nüshasında “Hakikat Konuşuyor” başlıklı makalemde bu hakikatleri uzun uzadıya izah ettim. Bütün dünyasını, hattâ icap ederse hayatını, hattâ âhiretini dinine feda ettiği, bütün hayatı şehadet eden, otuz beş seneden beri siyaseti terk eden, müteaddit mahkemelerin o kadar incelemelerine rağmen bu yolda bir delil bulunamayan, sekseni aşmış, kabir kapısına gelmiş, dünya metâından hiçbir nesneye mâlik olmamış ve ehemmiyet vermemiş bir adam hakkında “Dini siyasete âlet ediyor” diyen, yerden göğe kadar, gökten yere kadar haksız ve insafsızdır.
Biz Nur mekteb-i irfanı şakirtlerinin Kur’ân-ı Hakîmden aldığımız hakikat dersi şudur ki: Evde, yahut bir gemide, bir mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye, o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi, o gemiyi yakmayı men ettiği halde, on mâsumu bir tek câni yüzünden mahv için, o hâne, o gemi yakılır mı? Yakılırsa en büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir olmaz mı? Bu sebeple, âsâyişi ihlâl yolunda yüzde on câni yüzünden doksan mâsumun hayatını tehlikeye ve zarara sokmayı adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye şiddetle men ettiği için, biz bütün kuvvetimizle bu ders-i Kur’âniyeye ittibâen âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliriz.
İşte bizi böyle haksız isnatlarla ittiham eden devr-i sabıktaki gizli düşmanlarımız, şüphe yok ki, ya siyaseti dinsizliğe âlet etmek istediler, yahut bilerek, bilmeyerek bozuk ideolojileri memleketimize yerleştirmek gayretine düştüler. Görülüyor ki, nizam ve intizamı bozan, maddî, mânevî memleketin emniyet ve âsâyişini ihlâl eden bizler değil, asıl onlardı. Hakikî bir Müslüman, samimî bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle men ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun âhirzamanda Ye’cüc ve Me’cüc komitesi olduğuna Kur’ân-ı Hakîm işaret buyurmaktadır.
İşte, muhterem hâkimler, yirmi sekiz sene bana ve talebelerime böyle eza ve cefada bulundular. Ve mahkemelerde savcılar bize hakaretlerde bulunmaktan çekinmediler. Biz, bunların hepsine tahammül ettik. İman ve Kur’ân’a hizmet yolunda devam ettik. Ve devr-i sabık ricalinin bütün o zulüm ve cefalarını affettik. Çünkü onlar müstehak oldukları âkıbete uğradılar. Biz de, hak ve hürriyetimize kavuştuk. Sizler gibi âdil ve imanlı hâkimler huzurunda söz söylemek fırsatını Allah bize bahşettiğinden dolayı şükrederiz. Hâzâ min fadli Rabbî.

Said Nursî
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.17.TAHLİLLER(DEVAMI)
Avukat Mihri Helâv’ın müdafaasından parçalar

Risale-i Nur Müellifi, bütün müellif ve muharrirlerin en mütevaziidir. Şöhret ve tekebbürün en büyük düşmanıdır. Bütün dünya metâına arka çevirmiştir. Ne mal, ne şöhret, ne nüfuz... bunların hiçbirisi onun pâyine ulaşamamıştır ve ulaşamaz. Gandi bile onun kadar dünyadan elini çekememiştir. Günde elli gram ekmekle ve bir çanak çorba ile tagaddi eden bu büyük adam, yaşıyorsa, ancak Kur’ân ve imana hizmet için yaşıyor. Başka hiç, hiçbir şeyin, onun nazarında kıymet ve ehemmiyeti yoktur. Böyle iken, eserinin medh ü sitayişinde bulundu diye onu suçlandırmaya çalışmak, 163’üncü maddenin cürüm ağına sokmaya uğraşmak, hak ve adaletle, insafla, ilimle, insanî düşünce ile hukuk fikriyle, mantıkla, akıl ve fikirle kabil-i telif midir? Burası yüksek mahkemenin takdirine aittir…

Hükûmete muhalefet bahsi hakkında da birkaç söz söyleyerek mâruzatımı neticelendirmek isterim. Karşınızda kemal-i saffet ve samimiyetle âdilâne kararlarınıza intizar eden bu asırdîde zat, ömründe hiçbir defa hilâf-ı hakikat beyanda bulunmaya tenezzül etmiş bir adam değildir. İlk celse-i muhakemede, bugünkü hükûmetten memnun olduğunu ve muvaffakiyetine dua ettiğini, onun beğenmediği ve tenkit ettiği hükûmet, eski hükûmetler olduğunu alenen söylemiştir. Filhakika, müvekkilim, bütün milletle beraber istibdada karşı mücadele etmiş, hürriyet ve demokrasinin tesisine çalışmış ve bu hususta husule gelen muvaffakiyetten dolayı da memnun olmuştur. Risale-i Nur’un gayesi de içtimaî nizam ve intizamı kalblere yerleştirmektir. Siyasî rical, siyasî sahada nizam-ı içtimaîyi, milletin hak ve hürriyetlerini temine çalıştıkları gibi, Risale-i Nur Müellifi de, mânevî sahada, kalblerde bunları yerleştirmeye çalışıyor. Gayeler müşterektir. Bir mekteb-i irfan olan Risale-i Nur’un müellifi ve şakirtleri âsâyişin, nizam ve intizamın fahrî ve mânevî bekçileridir. Mânevî sahada, kalblerde ve dimağlarda anarşinin, bozgunculuğun kalkmasına çalışmaktadırlar. Kemal-i samimiyetle, hiçbir ivaz ve garazı olmaksızın, hiçbir karşılık beklemeksizin, yalnız Allah rızası için, millet ve memleketin menfaati için çalışmaktadırlar. Bunu yapmak bir cürüm ve cinayet değil, millet ve memlekete bir hizmettir. Muahazeye değil, takdire lâyıktır. Beraatini istemek hakkımızdır. Karar yüksek mahkemenindir.

Avukat Seniyüddin Başak’ın müdafaası

Müteakiben, müellifin diğer vekili olan avukat Seniyüddin Başak kalkmış, kısa birkaç söz söylemiştir:

“Artık mesele aydınlanmış, hakikat güneş gibi tezahür etmiştir. Yüksek mahkeme herşeye vâkıf olmuştur. Benim buna ilâve edecek bir sözüm yoktur. Böyle kıymetli, faziletli, millet ve memleket için cansiperane ve hiçbir ivaz ve bedel mukabili olmayarak fîsebilillâh çalışan zevatı buralara getiren, cinayet sandalyelerine oturtan zihniyet hakkında bazı mütalâada bulunmak isterdim; fakat onun yeri burası değildir. Bunun için ayrıca bir eser yazmak icap eder. Çünkü bu zihniyetle mücadele herkes için bir vazifedir. Yüksek mahkemenin yüksek vicdanı beni müdafaadan müstağni kılacak derecede itmi’nanbahştır. Müvekkilimin beraatini istemekle şeref duyarım.”


Lügatler :
âdilâne : adaletli olarak, âdil bir şekilde
âkıbet : son, netice
alenen : açıkça, açık bir şekilde

anarşi : kargaşa, başıbozukluk
asayiş : emniyet, huzur, güven
asırdîde : yaşlı, gün görmüş, tecrübeli

beraat : temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması
beyan : açıklama

cansiperâne : canını fedâ edercesine, canını siper ederek
cefa : sıkıntı, eziyet, işkence
celse-i muhakeme : mahkeme oturumu, duruşma
cürüm : suç
devr-i sabık : 1950’den önceki tek partili dönemde CHP iktidarı ve idaresi; tek partili dönem

dimağ : beyin, akıl, şuur, zihin
fahrî : karşılıksız, gönüllü olarak bir şeyi yapma
fazilet : üstünlük, erdemlilik, güzel ahlâk
filhakika : gerçekten, doğrusu

fîsebilillâh : Allah yolunda, Allah rızası için
garaz : kötü maksat, art niyet
hakikat : gerçek, doğru
hâzâ min fadli Rabbî : bu Rabbimin ihsan ve ikramındandır
hilâf-ı hakikat : gerçeğe zıt ve aykırı, gerçek dışı
husul : meydana gelme, olma
içtimaî nizam ve intizam : toplumsal düzen ve düzenlilik

intizam : düzenlilik
intizar : bekleme, gözleme
istibdad : baskı, zulüm

itmi’nanbahş : güven veren, rahatlık veren
ivaz : karşılık, bedel
kabil-i telif : uyuşabilir, bağdaşabilir
kemal-i saffet : tam bir temizlik, temiz niyetlilik, samimiyet ve içtenlik

kemal-i samimiyet : tam bir içtenlik
mâruzat : arz edilenler, istenilen şeyler
medh ü sitayiş : methetme ve övgüde bulunma

mekteb-i irfan : irfan okulu; Cenâb-ı Hakkı tanıtan, bildiren, hak ve hakikate ulaştıracak bilgiyi ders veren okul
metâ : eşya, mal, mülk

muahaze : ayıplama, kusurlu bulma, suçlama
muhalefet : muhalif olma, karşıt ve aykırı olma
muharrir : yazar, kaleme alan

mukabil : karşılık
muvaffakiyet : başarı, başarılı olma
müdafaa : savunma
müellif : telif eden, yazan

müstağni kılma : ihtiyaç bırakmama
müstehak : hak etmiş, lâyık

müşterek : ortak
mütalâada bulunma : etraflıca inceleyip düşünme, bir düşünceyi dile getirme
müteakiben : daha sonra, takip ederek
mütevazi : alçak gönüllü
müvekkil : vekâlet veren, vekil tayin eden kimse
nazar : bakış, düşünce, görüş

nizam : düzen
nizam-ı içtimaî : toplumsal, sosyal düzen
rical : adamlar, insanlar

şakirt : talebe, öğrenci
tagaddi : beslenme
tahammül : katlanma, dayanma
tekebbür : büyüklenme, gururlanma
tenezzül : inme, eğilme, düşme

tezahür : ortaya çıkma, görünme, belli olma
vâkıf olma : bir şeyi bütün yönleriyle bilme
vekil : başkasının adına ve yerine hareket eden; avukat
zevat : zatlar, kimseler




--
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.18.TAHLİLLER(DEVAMI)
Avukat Abdurrahman Şeref Lâç’ın müdafaası

Müteakiben, diğer mümtaz avukat arkadaşları gibi Üstadın müdafaasını fahrî olarak deruhte eden imanlı ve kudretli meşhur ve mümtaz avukat Abdurrahman Şeref Lâç müdafaaya başladı. Evvelâ bir mukaddime yaptı. Dedi ki:
“Sanık olarak huzurunuza gelen seksen yaşını mütecaviz bu mübarek zâtın suçla hiçbir münasebet ve taallûku olmadığı, tamamıyla tezahür etmiştir. Yüksek mahkemece de buna tam kanaat hâsıl olduğunu, beraatine karar verileceğini de kuvvetle ümit ederim. Ancak, aleyhimizde bir karar verilmesine binde bir ihtimal olsa da, üzerime aldığım bir mâsumun müdafaasını ihmal etmeyi bir vazifesizlik sayarım. Yüksek Temyiz Mahkemesinin kanaat ve nokta-i nazarını da hesaba katmak icap eder. Burada bahsedilmedi diye usul noktasından bir eksiklikte bulunmuş olmamalıyım. Onun için müdafaamı yapmama yüksek mahkemenin müsaadelerini rica ederim.”
“Peki Abdurrahman Bey, son müdafaanızı dinleyeceğiz. Buyurun.”
“Gençlik Rehberi isimli eser, Kur’ân-ı Azîmüşşânın emir ve tefsirlerinden ibaret bulunmasına, İslâm dininin ve bu dinin emir ve nasihatlerini ihtiva eylemesine ve Anayasanın 70’inci maddesine göre; şahsî masuniyet, vicdan, tefekkür, söz ve neşir hak ve hürriyeti Türklerin tabiî haklarından olduğu, Anayasanın 75’inci maddesine göre de hiçbir kimse, mensup olduğu din ve mezhepten dolayı muahaze edilemeyceğinden, müvekkilimin Anayasa ile kendisine bahşedilmiş bulunan bu din ve neşir hürriyetinden mahrum edilerek cezaî tâkibe mâruz bırakılması Anayasa hükümlerine mugayirdir…
“Yukarıda izah ettiğimiz kanunî taraflarımız farz-ı muhal nazar-ı dikkate alınmaz, Türk Ceza Kanununun antidemokratik 163’üncü maddesine göre müvekkilimin tâkibi mümkün farz edilirse, isnat edilen suçun tahliline geçer ve şöyle deriz:

“Bir Müslüman. Ak saçlı, yaşlı bir Müslüman. Saçını başını ve yaşını bütün ömrü boyunca nurla ağartmış bir Müslüman. Saçı, başı, yaşı ve bütün vücudu Allah’ın nuruyla yıkanmış, ter temiz ve bem beyaz bir Müslüman. Bütün ömrü boyunca in’âm-ı Hak olan hayatını, Türk milletinin salâh ve hakikî saadeti için vakfetmiş, emr-i İlâhî olan ruhunu, feleğin hakikî mâliki Allah’a teslim edinceye kadar aynı yolda yürümeye azmetmiş, bina-yı Sübhanî olan bedenini, yalnız Allah yolunda yıpratmış olan büyük bir Müslüman, bugün, ‘Demokrasi vardır’ denilen birgün, kalkıyor, yalnız ‘Allah’ diyor, ‘Kitap’ diyor, ‘Resul’ diyor ve gençliğe, ‘Dikkat’ diyor. Der demez arkasından savcı (dâvâyı açan savcı) yapışıyor.
“Gel buraya... Suç işledin!’ diyor.
“Ve âfâkı kapkara bir zulmet kaplamıştır.
“Fakat, bakın şu asîl ve necip ihtiyar Müslümana! Ne kadar sakin ve ne kadar rahattır. Zira kesrette değil, vahdettedir. Gecenin zulmetinden ve gündüzün rengârenginden bîfütûrdur. Belâ zindanında safayı seyretmektedir. Cefa sofrasında vefa bulan, mazhar-ı tecellî olandır. Zira eşya hakikatlerinden haberdardır. Kesafeti letafete kalb etmiştir. Kanı çekilmiş, damarlarında kan yerine, feyz-i Hak ve nur cereyan etmektedir ve savcı (dâvâyı açan savcı) bu Müslümanı kolundan yakalamış, hapse sürüklemektedir.
“Niçin? Neden? Ne yaptı bu pîr-i fânî? Nedir kabahati bu ihtiyar Müslümanın? Ne mi yaptı? Bakın, savcıya (dâvâyı açana) göre neler ve neler yaptı?
“Gençlik Rehberi adıyla bir kitap çıkardı.
“A. Lâikliğe aykırı hareket etti. Allah, din, iman lâikliğe aykırı olur mu? Olur. Peki, başka?
“B. Devletin içtimaî, iktisadî, siyasî ve hukukî temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak istedi. Nasıl, niçin ve ne maksatla yaptı bunları?
“C. Şahsî nüfuz temin ve tesis etmek maksadıyla.
“Peki, ya siyasî menfaat kasdı var mı acaba? Hayır, bu yok. Ehl-i vukuf da bu maksadı görmemiş. Savcı da bunu diyemiyor. Peki, amma mademki siyasî menfaat kastı yokmuş, bu pîr-i fânînin şahsı, cüssesi, bedeni ne ki, dünyadan ne bekliyor ki nüfuz temin etmek istesin?
“Savcı, ‘Ben orasını bilmem’ diyor. ‘İstiyor işte.’ Hem bunu böylece bilirkişiler de söylüyorlar.
“Peki, nasıl yaptı bu işleri bu Müslüman?
“A. Dini, dinî hissiyatı ve dince mukaddes tanılan şeyleri âlet etmek suretiyle.
“Nedir bu mukaddes tanılan şeyler? İslâm dini, Müslümanlık hisleri, Allah kelimesinin kalbdeki haşyeti, Kur’ân, tefsir... Demek savcı bunları biliyor. Bunların mukaddesat olduğuna inanıyor.
“Peki, amma bunları bilmek, inanmak ve sonra söylemek âlet etmek midir? Evet, dâvâyı açan savcıya göre âlet etmektir. Öyleyse savcı da bunları âlet ediyor, hem de siyasî bir kanuna âlet ediyor, hem de bir Müslümanı mahkûm ettirmek için âlet ediyor. Şu halde o da 163’üncü maddeye göre suç işlemiyor mu?
“ ‘Hayır’ der savcı. ‘Ben propaganda yapmıyorum. O propaganda ve telkin yaptı.’ Ne dedi peki? Şunları söyledi:
“ ‘... Bu zamanda, zındıka dalâleti İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmarenin plânıyla şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuş yolunu genişlettirmeye çalışarak, çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar; belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.’
“Peki, yalan mı bunlar? Fuhşu teşvik ve nikâhı imha eden fâhişeler gürûhu inkâr mı ediliyor? Gizli ve âşikâr fuhuşla ve devlet eliyle mücadele yok mu? Ceza Kanunu, Fuhuşla Mücadele Nizamnâmesi ve Ahlâk Zabıtası bunlarla geceli gündüzlü mücadele etmiyor mu?
“Var, var amma ‘Buna biz karışırız, Allah ne karışır?’ diyor savcı. Peki, böyle desin. Desin amma kanun, zabıta ve savcı, suç işlendikten sonra işleyeni ve işleteni yakalıyor. Yani iş olup bittikten sonra, namus pâyimal olup adam öldükten sonra... Daha evvel tedbir almaya kanunen imkân yok; fakat dinen buna imkân var: Allah korkusu ve din. Bu korku sayesinde her türlü rezaletin önü alınabileceğini bildiriyor. İslâm dini bunu emrediyor. Tedbiri evvelden alın diyor. Nasıl? Nasihat edin, ikaz edin, Allah’ı tanıtın, insanın kalbinde Allah korkusu, Allah sevgisi, ateş, Cehennem, ebedî azâp, ebedî saadet yer etsin, bilsin, anlasın, sevsin ve korksun; korksun ki fenalıklardan kaçsın, hem kendisi kurtulsun, hem de cemiyet. Savcı da, devlet de, hükûmet de, millet de rahat etsin. Bunun için Allah korkusunu ve sevgisini insanlara aşılayın.
“Nasıl yapalım bu işi? Söyleyin, yazın, okutun. Peki, amma o zaman propaganda diyorlar. Ne olur? Bunlar Allah’ın emirleri, Kur’ân-ı Azîmüşşânın hikmetleri değil mi? Din, sizin en tabiî hakkınız değil mi? Kim men eder sizi bundan, Allah yolundan? Suç diyorlar buna. Öyle mi? Allah’ın emrini okuyun:

[SUP]1[/SUP]اِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللهِ وَشَاقُّوا الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْهُدٰى لَنْ يَضُرُّوا اللهَ شيْئاً وَسَيُحْبِطُ اَعْمَالَهُمْ
“Meâli: ‘Haberiniz olsun ki, o küfür edip halkı Allah yolundan men eyleyen ve hak kendilerine tebeyyün ettikten sonra Peygambere karşı gelenler, hiçbir zaman Allah’a zerrece bir zarar edecek değiller. O, onların amellerini heder edecektir.’
“Peki, amma dinlemezlerse? Dinleyenlere, iman edenlere tekrar edin; çünkü yaptığınız iş iyidir, insanlar için, cemiyet için, millet için, hükûmet için, devlet için hayırlıdır; şerden, belâdan koruyucudur. İman edenlere deyin ki:

[SUP]2[/SUP]يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اَطِيعُوا اللهَ وَ اَطِيعُوا الرَّسُولَ وَلاَ تُبْطِلُوا اَعْمَالَكُمْ

“Meâli: ‘Ey bütün iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin de amellerinizi iptal eylemeyin.’

“Buna da inanmazlarsa, deyin ki: Tehlike, vatan ve milletiniz için tehlike, dinde, dinin propagandasında değil, dinsizliktedir. Bunu Başvekilimiz de söyledi: ‘Sağcılığın memleket için tehlikeli olduğu görülmemiştir. Bugün din propagandasına mâni bir hal yoktur; tedbir almaya da lüzum kalmamıştır.’
“Muhterem hâkimler! Siz bilirsiniz, fakat bir kere de dâvâyı açan savcıya sorunuz, bakalım hayır diyebilecek mi? Allah’ın emirleri, Kur’ân-ı Azîmüşşânın hikmeleri gençlere anlatılmaz, bildirilmezse, propaganda suçtur diye men edilirse, ahlâksızlık, iffetsizlik, köksüzlük, fuhuş, zina, katil suçlarının önüne geçmek yalnız ceza kanunlarıyla kabil midir? Komünizm gibi bütün dünyayı tehdit eden erzel âfetin, gizli ve âşikâr, seri ve sinsi tahribatını tamamen neyle önlemek mümkündür?

“Muhterem vatansever, Allah’ına ve mukaddesatına bağlı necip Türk hâkimleri! Şu korkunç küfür propagandasına körpe Müslüman Türk çocuklarının temiz ve saf dimağlarını senelerce tahrip ederek felce uğratan korkunç din düşmanlarının akıttığı zehirlere bakın.
“Ne korkunç hal ve tezatlar içindeyiz! Savcı bunu görmez, İslâm dinine ve bütün mukaddes dinlere yapılan bu korkunç taarruz ve hakareti tâkip etmez de, bu taarruzdan gençliğe muhafaza tedbirleri tavsiye edeni mi yakalar?
“Pek muhterem Türk Müslüman hâkimler! Siz Kur’ân-ı Mübînin Allah’ın nurunun pırıltıları ile dolu olan ve yalnız o nur-u İlâhîyi aksettiren Risale-i Nur Gençlik Rehberi’nden dolayı müvekkilimi mahkûm edemezsiniz.
“Muhterem, asîl ve Müslüman Türk hâkimleri! Pek iyi bilirsiniz ki, hakikî irşad âlimleri enbiyanın vârisleridir. Bu mübarek zatlarda kendilerine miras kalan vaaz u nasihatı, Kur’ân-ı Mübînin emirlerine göre yaymakla mükelleftirler. Vazifesini yaparken hiçbir ücret ve ivazın talibi değildirler. Vazifelerini fîsebilillâh yaparlar. Ancak, Allah ve Resulünün rızasına taliptirler. Son nefeslerine kadar bu mukaddes vazifeye devam ederler. Çünkü, bu vazife onlara Allah ve Resulünün emanetidir. Müvekkilim, bu emaneti ehline tevdi ediyor diye nasıl tâkip ve tâzip edilir? Nasıl bu ihtiyar yaşında zayıf ve nahif bünyesi, inanamayacağı ağır bir teklif ile mükellef tutulur: ‘Gel, zindana gir!’
“Bu, en korkunç bir zulüm olur. Bu zulme mâni olmak vazifesi de sizlere emanet edilmiştir.
“Bütün fenalıkları, günahları, ahlâksızlığı, rezaleti, fesat ve fitneyi imha edecek nurdur...

[SUP]3[/SUP]يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
“Meâli: ‘Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Allah ise, muhakkak nurunu tamamlamak, tamamen parlatmak istiyor, kâfirler hoşlanmasalar da.’ ”
Avukat
Abdurrahman Şeref Lâç


Bu müdafaayı müteakip Üstad Said Nursî’ye başka bir diyeceği olup olmadığı mahkeme reisi tarafından sorulmuş, mumaileyh ayağa kalkarak,
“Yalnız bir kelime söylemek için müsaadenizi rica ederim.”
“Buyurunuz.”
“Muhterem vekillerim benim şahsım hakkında söylemiş oldukları senakâr sözlere ben lâyık değilim. Ben, Kur’ân ve iman hizmetinde çalışan âciz bir adamım. Başka bir diyeceğim yoktur.”


Beraat kararının tebliği
Bunun üzerine muhakeme hitam bulmuş; heyet-i hâkime müşavereden sonra ittifakla beraat kararını tebliğ etmiş ve bu karar mahkemede hazır bulunan üniversiteliler ve halk tarafından şiddetle alkışlanmıştır. Savcılık tarafından temyiz edilmediği için karar kesinleşmiştir.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Muhammed Sûresi, 47:32.
[SUP]2[/SUP] : Muhammed Sûresi, 47:33.

[SUP]3[/SUP] : Tevbe Sûresi, 9:32.

Lügatler :
âciz : zayıf, güçsüz
âfâk : ufuklar

âfet : belâ, musibet, büyük felâket
aksettirme : yansıtma
asîl : asaletli

âşikâr : apaçık, açıktan
azmetme : kararlı olma

Başvekil : Başbakan
beraat : serbest bırakılma; temize çıkma, suçsuz bulunma

bîfütûr : usanmaz
bina-yı Sübhanî : her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan Allah’ın san’atla yarattığı bina; beden
cefa : sıkıntı, eziyet

cemiyet : toplum
cereyan etme : akma, dolaşma
cezaî : cezaya âit, ceza ile ilgili

cüsse : fiziksel yapı, beden
dalâlet : hak ve doğru yoldan sapkınlık, inançsızlık
deruhte : yapma, yerine getirme

dimağ : beyin, akıl, şuur, zihin
ebedî : sonu olmayan, sonsuz
ehl-i iman : mü’minler; Allah’a ve Allah’tan gelen her şeye inanan kimseler
ehl-i vukuf : bilirkişi
emr-i İlâhî : Allah’ın emri

enbiya : nebîler, peygamberler
erzel : en rezil, alçak
fâhişeler gürûhu : namusunu koruyamayan iffetsiz, hayasız kadınlar topluluğu
fahrî : karşılıksız, parasız, gönüllü olarak bir şeyi yapma
farz-ı muhal : olmayacak bir şeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım

felek : gök, gök katı; varlıklar âlemi
fenalık : kötülük, çirkinlik
fesat : bozgunculuk
feyz-i Hak : Allah’ın feyzi, mânevi gıda ve bereketi

fırka : kısım, bölük
fîsebilillâh : Allah yolunda ve Allah rızası için
fuhuş : çok çirkin ve ahlâksız işler, hayasızlık
Gençlik Rehberi : gençlere hak ve doğru yolu göstermek ve onları inançsızlık tehlikelerinden korumak için Risale-i Nur’dan derlenen bir eser

hakaret : aşağılama, küçük düşürme
hakikî : gerçek

hâkim : yargıç
hâsıl olma : meydana gelme

haşyet : korku, ürperti
heyet-i hâkime : hâkimler kurulu
hikmet : gaye, maksat, hedef
hissiyat : hisler, duygular

hitam : son bulma, sona erme
icap etme : gerekme

içtimaî : sosyal, toplumsal
iffetsizlik : hayasızlık
ihtiva eyleme : içine alma, kapsama

iktisadî : ekonomik
imha : yok etme, ortadan kaldırma
in’âm-ı Hak : Allah’ın nimeti, lütuf ve ihsanı
irşad : hak ve doğru yolu gösterme
isnat : dayandırma

itaat : emre uyma, boyun eğme
ittifak : görüş ve oy birliği
ivaz : karşılık, bedel
kabahat : suç, kusur

kabil : mümkün, olabilir
kalb etme : dönüşme, değişme

kanunen : yasal olarak
kanunî : yasal, kanuna uygun olarak

katil : öldürme
kebâir : büyük günahlar
kesafet : yoğunluk, katılık, karanlık
kesret : çokluk
kudret : bir şeyde güç ve iktidar sahibi olma, yeterli olma
Kur’ân-ı Azîmüşşan : şan ve şerefi büyük olan Kur’ân

Kur’ân-ı Mübîn : hak ve hakikati açıklayan Kur’ân
küfür : inkâr ve inançsızlık
lâiklik : devlet yönetiminde bütün dinlere eşit mesafede durmayı öngören ve dinî olmayan sistem
letafet : incelik, hoşluk; cisimden alâkayı kesip nuraniyet kazanma

mahkûm ettirme : cezalandırma
mahrum : yoksun

mâlik : sahip
mâni : engel
mâruz : uğrama, hedef olma, tesirinde kalma
mâsum : günahsız, suçsuz
masuniyet : dokunulmazlık

mazhar-ı tecellî : tecellilere erişme, yansımalara ayna olma
meâl : mânâ, anlam
mensup olma : bağlı olma, bağlanma
mezhep : dinde tutulan yol, takip edilen metot, usûl
muahaze edilme : ayıplanma, sorumlu tutulma
mugayir : aykırı

muhakeme : duruşma, yargılama
muharebe : savaş, savaşma

muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
mukaddes : kutsal
mukaddesat : kutsal olan şeyler, yüce değerler
mukaddime : giriş

mumaileyh : kendisine işaret edilen, gösterilen kimse
mübarek : hayırlı, bereketli
müdafaa : savunma

mükellef : sorumlu, yükümlü
mümtaz : seçkin, üstün
münasebet : ilgi, alâka

müşavere : danışma, fikir alışverişinde bulunma
müteakiben : daha sonra, takip ederek

müteakip : -dan sonra, peşi sıra
mütecaviz : aşmış, aşkın
müvekkil : vekâlet veren, vekil tayin eden kimse

nahif : zayıf
nazar-ı dikkate alınma : göz önünde bulundurulma

necip : soylu
nefis/nefs-i emmâre : insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden duygu
neşir : yayma, yayım

nikâh : iman ve Kur'ân esaslarına uygun evlenme
nizam : kanun, düzen
nokta-i nazar : bakış noktası, görüş açısı

nur-u İlâhî : Allah’ın nuru
nüfuz : etkinlik, tesir
pâyimal olma : ayaklar altına alınma, çiğnenme
pîr-i fânî : pek yaşlı ve zayıf adam, dünyayı terk etmiş ihtiyar
rezalet : rezillik, alçaklık
saadet : huzur, mutluluk
safâ : neşe, gönül hoşluğu, rahatlığı
salâh : iyilik, güzellik, barış ve huzur

senakâr : öven, övgü dolu
suret : şekil, biçim

şer : kötü, çirkin
taallûku olma : bağlantısı olma, ilişkisi bulunma

taarruz : hücum, saldırma
tahlil : analiz

tahribat : tahripler; yıkıp bozmalar, yıkıp yok etmeler
tahrip : harap etme, yıkıp bozma
tâzip : sıkıntı ve eziyet verme
tebeyyün : belirme, açığa çıkma, görünme

tebliğ : bildiri, bildirme
tefekkür : düşünce

teklif : yük, sorumluluk
telkin : bir fikir ve düşünceyi anlatma, zihinde yer ettirme
temin : sağlama, elde etme

temyiz : verilen bir mahkeme kararına itiraz edilerek davanın tekrar görülmesi için bir üst mahkemeye başvurma
Temyiz Mahkemesi : Yargıtay; alt mahkeme kararlarının doğru verilip verilmediğini incelemekle görevli üst makam

tesis etme : kurma
tevdi etme : verme, teslim etme
tezahür : ortaya çıkma, açığa çıkma, görünme

tezat : zıtlık
usul : metot; yargılama kuralı

vahdet : birlik; her şeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın birliği
vakfetme : adama, bağışlama

vâris : mirasçı
vekil : başkasının adına ve yerine hareket eden, asıl vazifelinin yerine çalışan; avukat
zerrece : çok az miktar
zındıka : dinsizlik, inançsızlık

zina : haram ve büyük günah olan, nikâhsız olarak yapılan cinsî münasebet
zindan : hapis
zulmet : karanlık


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.19.TAHLİLLER(DEVAMI)
Bediüzzaman’ın İstanbul’a teşrifi münasebetiyle üniversiteli bir Nur talebesinin arkadaşına yazdığı mektup
Sevgili Üstadımızın teşrifinden dolayı bizi ve İstanbul’u tebrikinize teşekkür ederim. Bu muhteşem, müstesna hadiseden dolayı, koca şehir kaynadı; için için bayram yapıyor. Âlimi–cahili, fakiri–zengini, genci-ihtiyarı mahkemelerde, otelde her yerde onu görmeye ve dinlemeye koşuyor.
Rüyalarımız dahi neş’e ve ferahla dolu... Düşmanlarımızın ise yüzleri daha ziyade karardı. Nifaklarının hiçbir şey yapmadığını ve yapamayacağını artık biliyorlar. Üstadımız, İstanbul’un şahsiyet devrinin yadigârı olan herşeye yeniden can verdiler. Kardeşlerimizin gözünde, şehrin manzarası birden bire değişti. Ayasofya, Sarayburnu’na kadar uzandı. Minarelerinde yine ezan-ı Muhammedî (a.s.m.) okunuyor; içinde, hâfızlar yeniden Kur’ân-ı Kerîm tilâvetine başladılar. Fâtih, hergün türbesinden kalkarak, fethettiği şehrin büyük ve mübarek misafirine, “Hoşgeldiniz!” diyor ve onu tebrik ediyor. Yeni Camiin şerefesinden, Beyoğlu’nun en karanlık ve mülevves izbesine kadar nüfuz edecek ışık tufanını şimdiden görür gibi oluyoruz. Hepsinin, Ayasofya’nın, Fâtih’in, Sultan Ahmed’in, Eyüb’ün ve Süleymaniye’nin ve bütün Müslüman İstanbul’un hicap perdelerini yüzlerinden atışı ve bize daha muhteşem ve daha samimî görünmeleri, bu büyük teşriften ve bu ulvî nurdan... Üstadımız, artık bu şehrin güneşi. O giderse, ufkundaki güneş de onu takip edecek ve milyonluk şehir kararıverecek. Tesellîmiz, Fâtih şehrinin Risale-i Nur’la aydınlanacağı ve parlayacağı ümididir.
Üstadımızın teşrifini telefonla haber verdikleri zaman, cansız vücudumdan birden bire bir cereyan geçti. Öldürücü ve uyuşturucu değil; dirilten, canlandıran bir cereyan... Maddî ve mânevî varlığımın bir anda kuvvet bulup, muazzam bir mıknatısın beni çektiğini hissettim. Ağır Ceza Mahkemesine vâsıl olduğum zaman, biraz evvelki tahassüslerimin bütün cemiyette hâkim olduğunu fark ettim. Mahkemenin içi ve dışı tıklım tıklım dolu idi. Kalabalığı yararak içeri girmek istedim; fakat gözüm iki üniversiteli talebenin arasında yürüyen Üstada ilişti. Mânâsıyla olduğu kadar, maddesi ve kıyafeti ile de bam başka olan ve şu anda milyonlarca gözün onun üzerinde toplandığı müstesna varlık, sanki hiçbir şeyle alâkadar değildi ve hiçbir hadiseden haberi yoktu…

Mahkemenin içindeyim. Ulvî isim zikredilir edilmez, büyük adam koca bir milletin, dinin ve devrin tarihî mümessili olarak içeri girdi. Ufak bir kaynaşmayı müteakip çıt yok. Herkes, bu muhteşem ve muazzam ânın mânâsını ve heyecanını duymakta...
“Hastayım” demelerine rağmen, Üstadımızın yerlerinden yıldırım gibi fırlayarak itiraz ve izahları, mahkeme heyetinin hayranlıkla büyük adamı seyri... İkinci celsede daha muazzam bir kalabalık... Üstadımızın, vukufsuz ehl-i vukuf raporuna bizzat verdikleri harikulâde cevaplar ve mahkemenin 5 Mart’a tâliki... Titreyerek, günah ve zaaflarıma bin teessüf ve tevbe ederek yaklaşıp, mübarek ellerini sonsuz bir iştiyakla öptüğüm ve içimi ter temiz tutmaya çabalayarak gözlerini bulmaya cesaret ettiğim o an, o gün, hâtıralarımın en büyük ve en nâdide yadigârı olacak. Üniversiteli diğer kardeşlerim, Üstadımızın hizmetinde bulunmakla şeref-i uzmâya kavuşmuşlar. O Üstadımızdan, Cenâb-ı Hak ebediyen razı olsun ve bütün talebelerine ve bilhassa benim gibi biçare, zavallı ve âcizlere akıl, dirayet, azim ve ihlâs ihsan buyursun. Âmin.
Evet, kardeşim, bu asrın mânevî şahı olduğu, hayatı ve eserleriyle sâbit olan bir Üstadın eserlerini biz muhtaçlara lûtfeden Cenâb-ı Hakka hadsiz şükürlerle beraber, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne mâruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olan Risale-i Nur’u, ölünceye kadar okuyacağız, neşredeceğiz inşaallah.

Elbaki Hüve’l-Baki
İstanbul Üniversitesi Nur talebelerinden
Kâmil


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
Lügatler :
âciz : zayıf, güçsüz
alâkadar : alâkalı, ilgili
âmin
: “Allah’ım kabul eyle”
asr : yüzyıl, zaman, devir
azîm : kararlılık, sebat
bilhassa : özellikle
celse : oturum

cemiyet : toplum
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah

cereyan : akım
dalâlet
: hak ve doğru yoldan sapma, sapkınlık
dirayet : çabuk kavrama yeteneği, kavrama kabiliyeti, ilim ve tecrübenin verdiği bir şeyi yapabilme güç ve kuvveti
ebediyen : sonsuza kadar, sonsuza değin
ehl-i vukuf : bilirkişi

ezân-ı Muhammedî : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) tebliğ ettiği dinin ezanı; tevhidi ilân etmek amacıyla yüksek sesle yapılan kutsal davet
Fâtih şehri : Fatih’in fethettiği şehir; İstanbul
ferah : rahatlık, huzur
hadsiz : sınırsız

hâkim : egemen, hükmeden
harikulâde : olağanüstü

heyet-i İslâmiye : İslâmî yapı, bünye
hicap : utanma, utanç
ışık tufanı : şiddetli ışık, aydınlık
ihlâs
: samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme
ihsan : bağış, iyilik, ikram
inşaallah : Allah izin verirse
iştiyak : büyük arzu ve istek

izbe : kuytu, pis yer
lûtfetme
: bağışlama
mâruz : uğrayan, tesirinde kalan, hedef olan

muazzam : azametli, çok büyük
mülevves : kirli, pis
mümessil
: temsilci
münasip : uygun, lâyık

müstesnâ : seçkin, benzeri olmayan, üstün
nâdide
: ender, eşsiz
nâfi : faydalı
neşr : yayma

nifak : iki yüzlülük
nüfuz : tesir etme, etkisi altına alma

şahsiyet devrinin yadigârı : asil kişilerin yaşadığı dönemin hatırası
şeref-i uzmâ : büyük şeref

tahassüs : hislenme, duygulanma
tâlik
: sarkıtma, erteleme; başka bir tarihe atma
teessüf : üzülme
tehacüm : hücum, saldırı

teşrif : şereflendirme, bir yere gelme
tilâvet : okuma
ulvî : yüce, yüksek
vâsıl olma : varma, ulaşma

vukufsuz : bilgisiz, bilgi ve beceri bakımından yetersiz
yadigâr : hatıra
zaaf : zayıflık
zulümat : karanlıklar; küfür ve inançsızlık karanlıkları
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.20.TAHLİLLER(DEVAMI)
Üstadın Emirdağı’na tekrar gidişi

Üstad Bediüzzaman İstanbul’daki muhakemesinin beraatle neticelenmesini müteakip Emirdağ’a geldi. Emirdağ’da Ramazan ayının bir gününde kıra çıktığı zaman, bir başçavuş ve üç silâhlı jandarma yanına gönderilerek, gelecek fıkrada beyan edildiği gibi, kendisine şapka giymesi teklif ediliyor; bu sebeple karakola celb ediliyor. Bunun üzerine Üstad bir istida yazarak Adliye ve Dahiliye Vekâletine gönderiyor. Aynı zamanda Ankara’daki bir talebesine de göndererek alâkadar meb’uslara hadisenin duyurulmasını bildiriyor. Ankara’daki talebeleri, bu şekvânın bir nüshasını, Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesine gönderiyorlar. Yazı, Büyük Cihad’da “En Büyük İspat” başlığı altında ve bir hâşiye ilâve edilerek neşrediliyor. Sonra, Ankara ve İstanbul Üniversitesindeki Nur talebeleri de iki-üç makale yazıp, Büyük Cihad gazetesine gönderiyorlar ve neşrediliyor. Bu sıralarda Malatya hadisesi vukua geliyor; dindarlar aleyhinde bir sürü yalan, iftira, tezvir propagandası başlıyor. Bu tahriklere aldanan bazı şahsiyetler, dinî gazetelerden medar-ı itham noktalar bulmak için çalışıyorlar. Samsun’da da mezkûr “En Büyük İspat” başlıklı yazı ve Üniversite Nur talebelerinin makaleleri dolayısıyla, gazete neşriyat müdürü ile Ankara’dan bu yazıların bazılarını gönderen bir Nur talebesi tevkif edilerek mahkemeye veriliyor. Nurculuğun memlekette inkşafı aleyhinde gazetelerde beyanatlar, kanaatler ileri sürülüyor. Altı yüz kadar Nur talebesinin mahkûmiyetini istihdaf eder şekilde, Türkiye’de yirmi beş yerde taharri yapılıp, bir kısmında dâvâ açılıyor. Neticede, Risale-i Nur’da ve Nur talebelerinde medar-ı ittiham bir nokta olmayıp, suç bulunmadığı kanaatine varılıyor.

Samsun’da açılan dâvâda evvelâ mahkûmiyete karar verilmişse de, Mahkeme i Temyizin Risale-i Nur eserleri ve müellifi Bediüzzaman hakkında serd ettiği mütalâa ile mahkûmiyet kararını esastan bozması sebebiyle tekrar yapılan duruşmada, yazılarda suç unsuru bulunmadığı kanaatine varılarak beraat kararı verilmiştir.

“En Büyük İspat” başlıklı yazıdan dolayı Samsun’da Üstadımız aleyhine de dâvâ açılmıştı. Samsun’a mahkemeye celbi isteniyordu. Çok rahatsız ve ihtiyar olması sebebiyle kaza tabipliğinden aldığı bir raporu nazar-ı itibara alınmayarak, mutlaka mahkemede bulunması isteniyordu. Nihayet Üstad, Samsun’da mahkemede bulunmaya karar vererek İstanbul’a kadar geldi. Fakat sıhhatinin bozukluğu ve tahammül edememesinden, yola devam edemeyip heyet-i sıhhiyeden bir rapor alıp mahkemeye gönderdi. Raporda, Said Nursî’nin, yapılan muayene neticesi, ne karadan, ne denizden ve ne de havadan Samsun’a gitmeye vücudu tahammül edemeyeceği yazılı idi. Mahkemede, müddeiumumî şiddetli ısrarlarla Said Nursî’nin mutlaka mahkemede bulunmasını istemişse de, mahkeme heyeti, sıhhıye raporuna istinaden, Bediüzzaman’ın İstanbul mahkemelerinden birinde istinabe suretiyle ifadesinin alınmasına karar verdi. Nihayet, devam eden mahkemeler neticesinde, Samsun Mahkemesi, dâvâ mevzuu yazıda mahkûmiyeti icap ettirecek bir kasıt görmediğinden, Said Nursî’nin beraatine karar verdi.

 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
Lügatler :
Adliye ve Dahiliye Vekâleti : Adalet ve İçişleri Bakanlığı
alâkadar : alâkalı, ilgili
beraat : temize çıkma, suçsuz bulunma, serbest bırakılma
beyan : açıklama
beyanat : açıklamalar
Büyük Cihad gazetesi : Samsun’da haftalık olarak yayınlanan bir gazete

celb : çekme, getirme
celb edilme : alıp getirilme
fıkra : bölüm, kısa yazı
hâşiye : dipnot, açıklayıcı yazı

heyet-i sıhhiye : sağlık heyeti, kurulu
ilâve edilme : eklenme
inkişaf : gelişme, yayılma
istida : dilekçe

istinabe : duruşmada yasal gerekçelerle bulunamayan zanlının, ilgili mahkemece, yasal prosedürün yerine getirilmesi için zanlıya en yakın bölgedeki bir mahkeme veya kişileri yetkili kılması
istinaden : dayanarak
kaza tabipliği : ilçe tabipliği; ilçe sağlık müdürlüğü
Mahkeme-i Temyiz : Temyiz Mahkemesi; bir alt mahkeme kararlarını denetleyen, uygun bulursa bu kararları onayan veya bozup tekrar ele alıp karara bağlayan yüksek mahkeme, yargıtay
mahkûmiyet kararı : hükümlülük, cezalandırılma kararı

mahkûmiyeti icap ettirme : hüküm giymeyi, cezalandırmayı gerektirme
mahkûmiyetini istihdaf etme : hüküm giymesini hedefleme, cezaya çaptrılımasını isteme
makale : yazı
meb’us : milletvekili
medar-ı itham : suçlama dayanağı, gerekçesi
medar-ı itham : suçlama sebebi, nedeni

mevzu : konu
mezkûr : anılan, sözü geçen

mutlaka : kesinlikle
müddeiumumî : savcı
müellif : yazar
münteşir : yaygın, yayınlanan
mütalâa : bir işi etraflıca düşünme, okuma, tetkik etme

nazar-ı itibara alınma : dikkate alınma, göz önüne alınma
neşredilme : yayınlanma
neşriyat : yayın
nüsha : kopya
serd etmek : bir fikir ve sözü etkin ve güzel bir edâ ile ortaya koymak, söylemek

sıhhıye raporu : sağlık raporu
şekvâ : şikayet

tahammül : dayanma, katlanma
taharri : arama, araştırma
tahrik : kışkırtma, provoke etme
tevkif edilme : tutuklanma
tezvir : yalan ve iftira karıştırarak sözü süsleme, sahtekârlık


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.21.TAHLİLLER(DEVAMI)
Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî bu müdafaayı İstanbul Mahkemesinde okumuş ve mahkemesi beraatle nihayet bulmuştur.

Gizli düşmanlarımız, bu Ramazan-ı Şerifte, tekrar adliyeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de, bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.
Birisi: Bütün bütün kanun hilâfına olarak, beni tek başımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç silâhlı jandarma ile bir başçavuş yanıma gönderdiler, “Sen başına şapka giymiyorsun” diye, zorla beni karakola getirdiler. Ben de, adaleti hedef tutan bütün adliyelere söylüyorum ki:
Böyle beş vecihle kanunsuzluk edip kanun namına beş vecihle İslâm kanunlarını kıran adam, hakikî kanunsuzluk ile ittiham edilmek lâzım gelirken, onların o acip kanunsuzluğu ve bahanesiyle, iki seneden beri vicdanî azâp verdiklerinden, elbette mahkeme-i kübrâ-yı haşirde bunun cezasını çekeceklerdir.
Evet, otuz beş senedir münzevî olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adamı, “Sen frenk serpuşunu giymiyorsun” diye ittiham etmeye, dünyada hangi kanun müsaade eder? Yirmi sekiz seneden beri beş vilâyet ve beş mahkeme ve beş vilâyetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde, hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yaya olarak her yeri gezdiği halde hiçbir polis ilişmediği ve hem Mahkeme-i Temyiz “Bere yasak değil” diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından—ki resmî bir libastır—“Bereyi giyenler de mes’ul olmazlar” denildiği halde; hususan münzevî ve insanlar arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerifin içinde böyle hilâf-ı kanun en çirkin bir şeyle ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebî papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye ile tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.

Meselâ, ona teklif eden demiş: “Ben emir kuluyum.” Cebr-i keyfî kanunla emir olur mu ki, emir kuluyum desin? Evet, Kur’ân-ı Hakîmde, Yahudi ve Nasranîlere başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi,
[SUP]1[/SUP]يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اَطِيعُوا اللهَ وَ اَطِيعُوا الرَّسُولَ وَاوُلِى اْلاَمْرِ مِنْكُمْ
âyeti, ulü’l-emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itaatine zıt olmamak şartıyla, o itaatin emir kuluyum diye hareket edebilir. Halbuki bu meselede, an’ane-i İslâmiye kanunları hastalara şefkatle incitmemek, gariplere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’ân ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde, hususan münzevî, dünyayı terk etmiş bir adama ecnebî papazlarının serpuşunu teklif etmek, on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâmın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır. Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garip, fakir, münzevî, sünnet-i seniyeye muhalefet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler kat’iyen şek ve şüphe bırakmadı ki, komünist perdesi altında, anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir suikast eseri olduğu gibi, İslâmiyete ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar meb’uslar ve demokratlara dahi büyük bir suikasttır. Dindar meb’uslar dikkat etsinler, bu dehşetli suikasta karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar. (HAŞİYE 1) (HAŞİYE 2) (HAŞİYE 3) (HAŞİYE 4)
Ey mübarek müşfik ve muazzez Üstadımız Hazretleri,
Bu acip madde ve dinsizlik asrında, nazarlar kısalmış; kalbler, fenalıklar ve kötülüklerle dolmuş. Yalnız ve yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin bu zamandaki en hakikî ve kat’î tereşşuhatı olan Risale-i Nur, o kısalmış nazarları, âdeta maddenin ruhuna nüfuz ettiriyor; o kötü kalblerin zindan gibi karanlık olan içini, nurla dolduruyor. Bunun için, bu asra “Nur asrı” denmesi münasiptir. .......
Risale-i Nur, beşeriyetin bu tamiri imkân olmayan yarasını uhrevî ilâçlarla tedavi ediyor.

Risale-i Nur ve onun harika müellifi siz mübarek Üstadımız, binlerce münevver gence halâskârlık vazifenizi yapmış ve yapmaktasınız. Bunun böyle olduğuna imanları kurtarılan bu âcizler canlı şahitleriz. Bu dehşetli asırda, materyalizmi, maddeciliği temelinden yıkan, mason ve komünistlerin bâtıl ideolojilerini bütün ilim ve idrak muvacehesinde zîr ü zeber eden Risale-i Nur, okuyucularına—bu asrın talihli insanlarına—bu dünya ile, hattâ kâinatla bile değişilmez âb ı hayatı, ebedîlik suyunu, yani beka âleminin bileti olan imanı bahşediyor.
Ey aziz ve mübarek Üstadımız! Bu kadar kıymetli bir hediyeyi bizlere veren siz Üstadımıza ne kadar hürmet ve muhabbet beslesek azdır. Siz kurtarıcı Üstadımızla Risale-i Nur talebeleri arasındaki bağ, ebedî bir bağlılıktır. Bunu hiçbir kuvvet çözemez. Hürmetle mübarek ellerinizden öper, dualarınızı beklerim.

Üniversite Nur talebeleri namına
Siyasal Bilgiler Fakültesinden
Ahmet Atak

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]1[/SUP] : “Ey îman edenler! Allah’a itaat edin; Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin.” Nisâ Sûresi, 4:59.
(HAŞİYE 1) : HAŞİYE Rus’un Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zâlimlerin o hayasız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in, elli meb’us içinde hiddetine
(HAŞİYE 2) : ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan haindir” diyen ve Divan-ı Harb-i Örfînin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip dalkavukluk etmeyen; ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-i Kur’âniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki: “Sen Yahudi ve Hıristiyan papazlarına benzeyeceksin;
(HAŞİYE 3) : onlar gibi başına şapka giyeceksin; bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz” denilse, elbette öyle herşeyini hakikat-i Kur’âniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, Cehenneme de atılsa, kat’iyen, yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek! acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd-i zulm-ü nemrudanelerine karşı, mânevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfi cihette mukabele etmemesinin hikmeti nedir?
(HAŞİYE 4) : İşte bunu, size ve umum ehl-i vicdana ilân ediyorum ki, yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan mâsuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için, Kur’ân-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa, bir günde yirmi sekiz senelik zâlim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim! Onun içindir ki, âsâyişi, mâsumların hatırı için, muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: Ben, değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim. Said Nursî

Lügatler :
âb-ı hayat : hayat suyu, kan
acip : acayip, şaşırtıcı, tuhaf

âciz : güçsüz, zayıf
âhiret : öldükten sonraki sonsuz hayat
alâkadar : alâkalı, ilgili

an’ane-i İslâmiye : İslâmî gelenek
an’anevî : geleneksel
anarşi : kargaşa, kanun ve kural tanımama

âsâyiş : emniyet, güven ve huzur
asr : yüzyıl, zaman, çağ
asır : zaman, çağ, yüzyıl
aziz : çok değerli, izzetli, saygın
bâtıl : hak olmayan, boş, saçma
beka âlemi : kalıcı ve sürekli olan âlem; âhiret âlemi
beraat : temize çıkma, suçsuz bulunma, serbest bırakılma
bere : sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık, şapka

beşeriyet : insanlık
cebr-i keyfî : kişisel kanaate dayalı, yasal olmayan zorlama

cihet : taraf, yön
Divan-ı Harb-i Örfî : Sıkı Yönetim Mahkemesi
dünyevî : dünya ile ilgili
ebedî : sonu olmayan, sonsuz
ecnebî : yabancı

ehemmiyet verme : önem verme
ehl-i vicdan : vicdan sahipleri, insaf sahipleri
eşedd-i zulm-ü nemrudane : Nemrud gibi çok şiddetli zulmetme
fedâî : değerli şeylerini feda eden
fedakâr : değerli şeylerini verip sıkıntılara göğüs gererek dâvası uğruna sebat eden
fenalık : kötülük, çirkinlik
fetva verme : bir olay ve davranış hakkında din bakımından ehliyet sahibi kimse tarafından hüküm verme, görüş bildirme
frenk : Avrupalı

garip : yanlız
gayet : son derece

hain : ihanet eden
hakikat-i Kur’âniye : Kur'ân'ın hakikati, esası
hakikî : gerçek

halâskâr : kurtarıcı
has : özel

haşiye : dipnot, açıklayıcı not
haysiyet : şeref, itibar, değer
hazret : saygıdeğer (saygı ve yüceltme maksadıyla kullanılan bir ifade)
hiddet : öfke, kızgınlık

hikmet : sır, gaye, fayda
hilâf : aykırı, zıt
hilâf-ı kanun : kanun dışı, kanuna aykırı

hizmetkâr : hizmetçi
hususan : özellikle

hürmet : saygı
icma : fikir birliği; bir asırdaki İslâm âlimlerinin herhangi bir mesele üzerinde içtihad ve delile dayanarak varmış oldukları görüş birliği
idrak : anlayış, kavrayış
ihtiyar : yaşlı

ihtiyar etme : seçme, isteme, dileme
ilm-i imanî : iman ilmi, imanî ilim

inziva : dünyayı terkedip bir köşeye çekilme
istilâ etme : işgal etme, kuşatma
itaat : boyun eğme
ittiham : itham, suçlama
ittiham etme : suçlama

izzet-i İslâmiye : İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği
kabir : mezar

kâinat : evren, yaratılan her şey
kasten : maksatlı, kasıtlı olarak

kat’î : kesin, şüphesiz
kat’iyen : kesinlikle, kesin olarak
kat’iyen : kesinlikle, kesin olarak
komite : kötü bir maksat için kurulmuş gizli cemiyet, dernek

kudsî : kutsal, yüce
Kur’ân-ı Hakîm : hikmetli Kur’ân; her âyet ve sûresinde sayısız hikmetler bulunan Kur’ân
libas : kıyafet, elbise

lisan : dil
mahkeme-i âdile : adaletli mahkeme
mahkeme-i kübrâ-yı haşir : öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme
Mahkeme-i Temyiz : Temyiz Mahkemesi; bir alt mahkeme kararlarını denetleyen, uygun bulursa bu kararları onayan veya bozup tekrar ele alıp karara bağlayan yüksek mahkeme, yargıtay
maslahat : fayda, yarar

mâsum : suçsuz, günahsız
matbuat : basın-yayın; gazeteler
meb’us : milletvekili

menfi : olumsuz
mes’ul : sorumlu

millet-i İslâmiye : İslâm milleti, Müslümanlar
muamele : davranış, tutum

muazzez : çok aziz, çok değerli ve şerefli
muhabbet : sevgi
muhafaza : koruma
muhalefet etmemek : aykırı davranmamak
muhalif : aykırı, zıt

mukabele etme : karşılık verme
muvacehesinde : çerçevesinde
mübarek : hayırlı, bereketli
müdafaa : savunma

müellif : yazar
münasip : uygun, lâyık
münevver : aydın, nurlu
münzevî : köşeye çekilen, bir köşeye çekilip ibadetle uğraşan, vaktini ibadetle geçiren

müşfik : şefkatli
nazar : bakış, görüş
nefer : rütbesiz asker, er

Nur asrı : Risale-i Nur asrı; Kur’ân’ın bir tefsiri olarak iman ve Kur'ân hakikatlerini en güzel şekilde açıklayıp gönülleri aydınlatan Risale-i Nur’un her yerde yaygın olarak okunduğu devir, çağ
nüfuz ettirmek : içine işletmek, etkilemek, tesir ettirmek
papaz : Hıristiyan din adamı
resmî : kamuya ait, kamu ile ilgili
serpuş : başa giyilen şapka, külâh

suikast : kötü maksat ve niyet; komplo
sünnet-i seniyye : Peygamberimizin (a.s.m.) söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler
şefkat : acıma, merhamet etme

şehadet : tanıklık etme, şahit olma
şek : şüphe

şeriat : Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâmiyet
tahammül : katlanma, dayanma, sabretme
tahkir etme : hakaret etme, aşağılama
tahribat : tahripler; yıkıp yakmalar, bozmalar

tarihçe-i hayat : hayat tarihi, biyografi
tenezzül etme : düşme, inme, alçalma

tereşşuhat : sızıntılar
uhrevî : âhiretle ilgili; âhirete imanla ilgili
ulü’l-emr : kanun adına halkı idare edenler, yöneticiler

umum : bütün
vecih : yön
vazifedar : görevli, vazifeli
vecih : taraf, yön, yüz
vicdan : kalbe ait hislerin mazharı, aynası
vilâyet : il
zabıta : emniyet ve güvenlik birimi

zâlim : zulmeden
zerre kadar : çok az miktar

zındık : dinsiz, inançsız
zindan : hapis
zîr ü zeber etme : alt üst etme, darmadağınık ve param parça etme


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ
11.22.TAHLİLLER(DEVAMI)
(Bu mektup Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesinde intişar etmiştir. Müfterilerin tahrikâtıyla Samsun’da muhakeme açılmasına sebep olmuştur. Muhakeme beraatle neticelenmiştir.)

Âlem-i İslâmın halâskârı, ehl-i imanın sertâcı, Risale-i Nur’un tercümanı Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine!

Bu defa dindar Demokratların delâletiyle Afyon Mahkemesince Risale-i Nur’un serbestiyetine, bütün risale, mektup ve mecmualarının suç mevzuu teşkil etmediğinden iadelerine karar verilmesini, senelerce evvel ilân ettiğiniz “Risale i Nur benim değil, Kur’ân’ın malıdır; Kur’ân’ın feyzinden gelmiştir. Hiçbir kuvvet onu Anadolu’nun sinesinden koparıp atamayacaktır. Risale-i Nur Kur’ân’a bağlıdır; Kur’ân ise Arş-ı Âzamla bağlanmıştır. Kimin haddi var ki, onu oradan söküp atsın?” diye olan hakikatli beyanatınızın açık bir tezahürü ve bu ulvî hizmetinizin İlâhî ve Kur’ânî olduğunun parlak bir delili bilerek, bu beraat kararının âlem-i İslâmın ve bâhusus bu millet-i İslâmiyenin saadetlerinin başlangıcı olması itibarıyla, başta, bütün varlığıyla bu zaferleri bekleyen ve Nur ailesine reis ve hakikatler deryasına kaptan tayin edilen ve zulmet-i küfürle tuğyan etmiş insanlığa hâdi ihsan olunan aziz, sevgili Üstadımız ve buna vesile olmakla ehl-i imanı kendilerine dost ve taraftar eyleyen dindar Demokratları ve âdil heyet-i hâkimeyi sonsuz minnetlerle tebrik eder ve arz ederiz ki:

Uzun senelerden beri terakki ve teâlîsi için çalıştığınız ve uğrunda fedâ-yı nefis ve can eylediğiniz hakikat-i Kur’âniyenin bugün bütün bir memleket, bir millet çapında ehl-i imanın kalblerine sürurlar getirerek fevkalâde inkişafı, hizmetine memur kılındığınız ve bilfiil muvaffak olduğunuz kudsî dâvâ ve hizmetinizin ne kadar yüksek ve parlak olduğunu güneş gibi ispat ediyor.

Yirmi beş, otuz seneden beri bütün mânilere ve sıkıntılara rağmen bu kadar sabır ve metanetiniz ve Kur’ân’dan kalb-i münevverinize gelen Risale-i Nur’un neşri cihetinde bu harika hizmet ve mücahedeleriniz, istikbalin nesillerine ve İslâmın kahraman mücahidlerine bir nümune-i iktida ve imtisal oluyor. Kur’ân güneşinin sönmeyen nurları ve ebedî lem’aları olan Nur şuâlarıyla cehl ve dalâlet karanlıklarını izale ederek, milyonlar kalbleri o nurla nurlandırıp ehl-i imanı kendinize minnettar ettiniz. Bu vatan ve bu millet, bu tarih ve bu toprak, sizin bu hizmetinizi, bu fedakârlığınızı hiçbir zaman unutmayacaktır. Ebediyet âlemine göç eylediğinizde dahi sizin bu hizmetiniz bir çekirdek olup, ondan fışkıran bir şecere-i âliye her tarafı kaplayacak ve o Nur ağacının etrafına toplanan büyük cemaatler ve Risale-i Nur’un yükselen ebedî şuâları, o hizmetinizi ilelebed ve daha parlak ve daha şâşaalı idame edecekler.

Siz, Risale-i Nur’un tercümanı haysiyetiyle ve bu iman hizmetinizin İslâm ufuklarında parlaması cihetiyle gelen, bu asrın bir hidayet serdarısınız.

Kur’ân-ı Kerîmin on dördüncü asr-ı Muhammedîdeki (a.s.m.) aziz dellâlı ve o müthiş zamanın müthiş zulümatına karşı nur-u Kur’ân’la mukabele eden büyük fedakârı ve Risale-i Nur’un yüz binler nüshalarını yüz binler talebelerinin kalemleriyle her tarafta neşredip dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka karşı bir sedd-i Kur’ânî tesis eden muhteşem kahramanı sevgili Üstadımız,

Âlemlere rahmetler ve saadetler getiren ve insanlığa selâmet ve teselliler bahşeden bu mukaddes hizmetinizle ehl-i imana zuhurunu müjde verip ispat ettiğiniz ve emareleri gözükmeye başlayan ve bütün kıt’alara şâmil hâkimiyet-i İslâmiyenin nurlu ve büyük bayramını bütün ruhumuzla tebrik eder, Cenâb-ı Haktan uzun ömürlerinize dualar eder, ellerinizden tâzimle öperiz.

Ankara Üniversitesi Nur talebelerinden

İsmail, Salih, Atıf, Ahmed, Ziya, Mehmed, Abdullah


Lügatler :
âlem : dünya, evren
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
Arş-ı Âzam : Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yer
arz etmek : sunma, ifade etme

asr-ı Muhammedî : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) asrı, yaşadığı dönem
aziz : çok değerli, izzetli
bâhusus : bilhassa, özellikle
beraat : temize çıkma, suçsuz olduğu anlaşılıp serbest bırakılma
beyanat : açıklamalar
bilfiil : fiilen, gerçekte
Büyük Cihad gazetesi : Samsun’da haftalık olarak yayınlanan bir gazete

cehil : cahillik, bilgisizlik
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık
dâvâ : iddia
delâlet : delil olma, işaret etme

dellâl : davetçi, ilân edici
ebedî : sonu olmayan sonsuz
ebediyet âlemi : sonsuzluk âlemi; âhiret
ehl-i iman : Allah’a ve Allah’tan gelen her şeye inananlar, mü’minler
emare : belirti, iz
fedakâr : her türlü zahmetlere göğüs gererek dâvası uğruna en değerli şeylerini feda eden
fedâ-yı nefis ve can : can ve nefsi feda etme
fevkalâde : olağanüstü
feyiz : bereket, bolluk
had : sınır
hâdi : doğru yolu gösteren
hakikat : esas, doğru, gerçek
hakikat-i Kur'âniye : Kur’ân gerçeği ve onun gerçek mânâsı

hâkimiyet-i İslâmiye : İslâmiyetin hâkimiyeti
halâskâr : kurtarıcı

haysiyet : itibar, özellik
heyet-i hâkime : hâkimler heyeti, kurulu

hidayet : doğru ve hak yol
idame : devam ettirme
idrak : anlayış, kavrayış
ihsan : bağış, ikram
İlâhî : Allah’a ait

ilelebed : sonsuza kadar
imtisal : uyma, yerine getirme
inkişaf etme : ortaya çıkma, açılma
intişar : yayılma

istikbal : gelecek
itibarıyla : özelliğiyle

izale : giderme
kalb-i münevver : nurlanmış kalb, nurlu gönül
kudsî : mukaddes, yüce, kutsal

küfr-ü mutlak : sınırsız inançsızlık; Allah’ı ve Allah’tan gelen her şeyi inkâr etme
lem’a : parıltı

mâni : engel
mecmua : derleme eser, kitap

metanet : sağlamlık
mevzu : konu
millet-i İslâmiye : İslâm milleti; Müslümanlar
minnet : iyilik karşısında kendini borçlu hissetmek

minnettar : şükran duyma
muhakeme : dâvânın hâkim tarafından ele alınması

mukabele : karşılık
mukaddes : kutsal, yüce
muvaffak : başarılı

mücahede : cihad etme, din uğrunda çaba harcama
mücahid : cihad eden
müfteri : iftiracı
münteşir : yayılmış olan

müthiş : dehşet veren, korkunç
neşir : basma, yayma
nur-u Kur'ân : Kur’ân’ın nuru
nümune-i iktida : örnek alınıp uyulacak nümune, model
nüsha : kopya

rahmet : İlâhî şefkat, merhamet
reis : başkan
saadet : mutluluk

sedd-i Kur'ânî : Kur’ân’ın yıkılmaz seddi, kalesi
selâmet : esenlik, güven
serbestiyet : serbest olma

serdar : kumandan
sertâc : baş tacı
sine : göğüs, kalp
sürur : mutluluk, sevinç

şâmil : kapsayan
şâşaalı : gösterişli, göz alıcı
şecere-i âliye : yüce soy ağacı
şuâ : bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri
tahrikât : tahrikler, kışkırtmalar
tayin edilen : atanan, görevlendirilen

tâzim : büyüklüğe karşı duyulan hürmet, saygı
teâlî etmek : yükselmek, yücelmek
terakki : ilerleme

tesis : kurma, yerleştirme
teşkil etme : oluşturma, meydana getirme
tezahür : belirme, görünme
tuğyan : azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme
ulvî : yüce, büyük

zuhur : belirme, görünme
zulmet-i küfür : inkâr karanlığı

zulümat : karanlıklar

 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.23.TAHLİLLER(DEVAMI)
Üstad Said Nursî’nin Isparta’da ikametleri
1953 senesi yaz aylarında Üstad Emirdağından Isparta’ya geldi. Isparta’da pek çok sadık talebeleri vardı. Daha evvel gönderdiği mektuplarında Isparta’yı taşıyla, toprağıyla mübarek olarak tavsif ediyor ve Risale-i Nur’un zuhuru ve intişarıyla vücut bulan mânevî hayatının idamesine en kuvvetli medar Isparta olduğunu beyan buyuruyordu. Filhakika, Isparta, Üstadın bu iltifatına lâyık olduğunu uzun senelerdeki hâdiselerin şehadetiyle ispat etmiş ve göstermiştir. Çünkü, Risale-i Nur’un birinci medresesi ve telif yeri olan Barla, Isparta’nın bir nahiyesidir. Risale-i Nur’un büyük mecmuaları burada telif edilmiştir.
Risale-i Nur’u binler kalemlerle en korkulu zamanlarda yazıp neşredenler Isparta ve köylerindeki talebelerdir. Misal olarak Sav köyünü göstermek kâfidir. Üstad Kastamonu’da bulunduğu zaman, Isparta’nın yalnız Sav köyünde bin kadar kalem senelerce Nurları yazmış, çoğaltılmasında çalışmıştır.
Her birisi birer vilâyet kadar, belki daha ziyade Risale-i Nur’a alâka gösteren ve Nurların yayılmasında birer santral misillü çalışan Nur merkezleri Isparta’dadır. Gül ve Nur fabrikaları ve bunların etrafında medrese-i Nuriye şakirtleri, Mübarekler Heyeti, hep Isparta vilâyeti dâhilindedir.
Hem herbirisi hizmet-i Kur’âniye itibarıyla birer kutup hükmünde olan Nur talebelerinin medar-ı iftihar büyük kardeşleri de yine Ispartalıdırlar.
Hem Isparta adliyesi ve emniyeti daima Nurlara insafla muamele etmiştir. Üstad, Isparta adliyesine çok defa dua etmiş, sair vilâyetlere bu noktada da Isparta’yı hüsn-ü misal göstermiştir.
Bu ve bu gibi sebepler tahtında, Üstad, âhir ömrünü Isparta’da geçirmek, ölümünü oradaki mübarek sadık kardeşlerinin arasında karşılamak, mezarını Isparta’da Sav’da veya Barla’da vasiyet etmek üzere Isparta’ya geldi. Kira ile bir eve yerleşti. Yanında dört-beş talebesi vardı. Bu talebeleriyle Üstad, hususî dershane-i Nuriyesini vücuda getirmişti.

Isparta’daki hayatından muhtelif safhalar [SUP]1[/SUP] [SUP]2[/SUP]
Mahkeme safahati:
Afyon Mahkemesi tarafından kitaplar serbest bırakılmadan, Malatya hadisesi münasebetiyle bazı vilâyet ve kasabalarda taharriler yapıldı, mahkemeler açıldı. Ezcümle: Mersin’de, Rize’de, Diyarbakır’da Nurlar ve Nurcular aleyhine dâvâ açıldı; neticede mahkemeler beraat verdi. Birçok vilâyetlerde yapılan taharriler ve soruşturmalar ile Nurcular aleyhine umumî bir dâvâ açılması için Isparta Müddeiumumiliği harekete geçti. Sekseni mütecaviz Nur talebesi hakkında iddianame hazırlandı ve dosya sorgu hâkimliğine tevdi edildi.
Emniyetin pek çok gizli mensupları, Nur talebeleri arasında dolaşmaya, her hareketlerini kontrola başladılar. Ankara, İstanbul, Adapazarı, Safranbolu, Karabük, Dinar, İnebolu, Van gibi yerlerde araştırmalar, sorgular yapıldı. Yapılan bütün tetkikat ve taharriler neticesi, vatan, millet aleyhinde zerre kadar bir hareket bulunmayıp, bilâkis her vatandaşın göğsünü iftiharla kabartacak ilmî, imanî, vatanî hizmetler, ahlâkî gayret ve faaliyetlerle hareket ettikleri, Risale-i Nur’u okumak, okutmak ve neşrine çalışmaktan başka bir gaye ve maksatları bulunmadığı anlaşılmasıyla, “Nurcularda suç bulamıyoruz, medar-ı mes’uliyet bir hareket ve faaliyetleri görülmemiştir” diye umumen kanaat getirildi. Bu soruşturmalar, Risale-i Nur’un hakkaniyetinin anlaşılmasına vesile oldu. Neticede Nurların beraatine karar verildi.
Urfa ve Diyarbakır’daki faal Nur talebeleri birer medrese-i Nuriye kurdular. Risale-i Nur’u her sınıf halktan, bilhassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate okumak suretiyle ilmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe-i ulûmun şerefini ihya ettiler. Şark havalisinde büyük hizmet-i imaniye ifa olundu. Bir aralık, Diyarbakır’da, orada Nurlarla imana ve Kur’ân’a hizmet eden faal bir Nur talebesi aleyhine dâvâ açıldı, beraatle neticelendi, mü’minlerin sürûr ve minnettarlığına vesile oldu.
Afyon’da da devam eden mahkeme neticelendi. 1956 tarihinde Risale-i Nur’u inceleyen Diyanet İşleri Müşavere Kurulu verdiği bir raporla, Risale-i Nur’un iman ve ahlâkî tekemmülâta hizmet hususundaki vasfını ilân etti. Afyon Mahkemesi de bu rapora istinaden, Risale-i Nur eserlerinin beraatine ve serbestiyetine karar verdi, hüküm kat’îleşti.
Afyon Mahkemesinin beraat kararından sonra, Isparta Sorgu Hâkimliği de men-i muhakeme kararı verdi. Böylece, Risale-i Nur, birçok adlî süzgeçlerden geçerek umumî ve küllî bir serbestiyet ve hüsn-ü kabule mazhar oldu.
Nurların neşri: Anadolu’nun birçok yerlerinde Nurlara hizmet devam etmekle beraber, bilhassa Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i Nuriyeleri, yalnız bulundukları muhitte değil, çok geniş bir sahada hizmet-i imaniyede bulundular. Bu hizmetleri, yalnız bir kişi değil, bir merkez değil, yalnız malûm şahıslar değil, hizmet-i Kur’âniye olduğu için, pek çok vecihlerde, pek çok zatlar tarafından ifa edildi. İsmi bilinmeyen nice halis talebeler, sadık mü’minler bu hizmet-i kudsiyede çalıştılar, nur-u Muhammedînin yayılmasına gayret ettiler.
Ankara’da, üniversiteli talebeler ve muhterem hamiyetperver zatlar, Risale-i Nur mecmualarını matbaalarda tab ile her tarafa neşrine, bilhassa yeni harfle istifadeye muntazır kitlenin ellerine ulaşmasına çalıştılar. Risale-i Nur’un küllî neşriyatını gençliğin, mekteplilerin deruhte etmeleri, bu hususta büyük fedakârlık göstermeleri ise, bu millet ve vatan için büyük bir saadet oldu. Çünkü, hiçbir şahsî menfaat talep etmeden ve yalnız rıza-yı ilâhî için hareket etmeleri, onların, bu asîl milletin hakikî evlâtları olduğunu gösterdi.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : (*) Hz. Üstadımızın son Isparta hayatının mühim bir hatırası, bir sahnesi ve bir levhası diyebileceğimiz bir ders dairesi var ki, nedense o çok muazzam ve büyük hakikat, buraya yazılmamış. O da: Yanında hizmetinde bulunan talebelere 1954 senesinin başından başlayarak Arabî Mensevî-i Nuriye’yi ve Arabî İşârâtü’l-İ’câz’ı ders vermesidir. Ve o münasebetle ve muhtelif vesilelerle hayatının ayrı ayrı safhalarını beyanda bulunmasıdır.
[SUP]2[/SUP] : Bu derslerden sonra Hz. Üstad Mesnevî-i Nuriye’yi ve İşârâtü’l-İ’câz’ı tercüme etmesi için biraderleri Abdülmecid efendiye göndermiştir. Hem Risale-i Nurun yeni harf ile Ankara’da ve sonra İstanbul’da matbaalarda tab edilmesi için neşredilecek kitaplar Isparta’da hazırlanmış, tashih edilmiş ve matbaalarda tab esnasında hem Ankara, hem İstanbul’da tab edilen kitaplar tashih için forma forma Isparta’ya gönderilmiş ve öylece tab edilmiş. Ve bu nur mecmuaları tabdan sonra Hz. Üstadla beraber defalarca sabah dersleri halinde ve öğle ve ikindi dersleri olarak okunmuştur. Bütün mecmualar bu suretle meydana gelmiştir.

Lügatler :
âhir : son
Arabî : Arapça
beraat : temize çıkma, serbest bırakılma
beyan : açıklama
bilâkis : aksine, tersine
bilhassa : özellikle
dershane-i Nuriye : Risale-i Nur dershanesi

deruhte etme : yapma, yerine getirme
ehemmiyet : önem
ezcümle : bu cümleden, meselâ
faal : aktif, çalışkan
fedakâr : değerli şeylerini feda edip sıkıntılara göğüs gererek dâvası uğruna sebat eden

filhakika : gerçekten, doğrusu
hakkaniyet : doğruluk, gerçekçilik
halis : samimi, içten, ihlâslı
hamiyetperver : din ve vatan gibi mukaddes değerleri ve kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayretine sahip kimse
havali : civar, yöre, bölge
hizmet-i imaniye : iman hizmeti
hizmet-i kudsiye : kutsal, yüce hizmet; iman ve Kur'ân hakkikatlerini anlatma hizmeti
hizmet-i Kur’âniye : Kur'ân hizmeti

hususî : özel
hüsn-ü kabul : iyi karşılama, güzel bulma

hüsn-ü misal : güzel örnek
Isparta Müddeiumumiliği : Isparta Savcılığı

idame : devam ettirilme
iddianame : iddia yazısı
ifa : yerine getirilme
ihya etme : hayat verme, canlandırma

ikamet : oturum, oturma
intişar : yayılma
istinaden : dayanarak
kat’î : kesin
küllî : kapsamlı, geniş
malûm : bilinen
mazhar olma : erişme, kavuşma
mecmua : kitap, yazılı eser

medar : sebep, neden, dayanak
medar-ı iftihar : övünç kaynağı, vesilesi
medar-ı mes’uliyet : sorumlu tutma sebebi
medrese-i Nuriye : Nur okulu; Risale-i Nur talebelerinin bir okul gibi iman ve Kur'ân hakikatlerini öğrenip öğrettikleri yer
mektep : okul
men-i muhakeme kararı : yargılamama kararı
minnettarlık : kendini borçlu hissetme, minnet ve şükran duyma

misal : örnek
misillü : benzeri, gibi
muamele : davranma, davranış
muazzam : büyük
muhtelif : çeşitli, farklı
muhit : çevre, civar
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
muntazır : bekleyen
mü’min : iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanan

mübarek : hayırlı, bereketli
münasebet : ilgi, bağlantı, alâka
mütecaviz : aşkın, geçkin, geçen
Müşavere Kurulu : Danışma ve İstişare Kurulu

nahiye : bucak
neşr : yayma, yayılma

neşretme : yayma
neşriyat : yayınlama, yayma
nur-u Muhammedî : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Cenâb-ı Haktan getirdiği Kur'ân ve İslâmiyet nuru, ışığı
saadet : mutluluk, huzur
sadık : doğru sözlü, bağlı

safha : aşama
sair : başka, diğer
sürûr : mutluluk, neşe, sevinç

şakirt : talebe, öğrenci
Şark : doğu

şehadet : tanıklık etme, şahit olma
tab : basma, baskı

taharri : araştırma, inceleme
tahtında : altında
talebe-i ulûm : ilimleri öğrenen talebe, öğrenci

tashih : düzeltme
tavsif : niteliklerini anlatma, bildirme
tekemmülât : mükemmelleşmeler, olgunlaşmalar

telif edilme : yazılma, kaleme alınma
telif : yazma, yazım
tetkikat : derinlemesine etraflıca yapılan incelemeler
tevdi edilme : verilme
umumî : genel
vasf : nitelik, özellik
vecih : yön
vesile olma : sebep olma, neden olma

vilâyet : il
vücuda getirme : meydana getirme, oluşturma
vücut bulma : oluşma, meydana gelme
zerre kadar : çok az miktar, en ufak

ziyade : fazla, çok
zuhur : ortaya çıkma, görünme


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.24.TAHLİLLER(DEVAMI)
Üstadın Barla’ya gidişi

Üstad, Barla’dan yirmi küsur sene evvel ayrılmış ve o zamana kadar hiç gitmemişti. Barla ile, kendi Nurs köyünden ziyade alâkadardı. Çünkü, hayat-ı mâneviyesi olan Risale-i Nur burada telif edilmeye başlamıştı. Kur’ân-ı Hakîmin hidayet nurlarını temsil eden “Sözler” ve “Mektubat” ve “Lemeat-ı Nuriye” buradan etrafa yayılmıştı. Bu itibarla Barla, Risale-i Nur dershanesinin ilk merkezi idi.

Barla’daki hayatı gerçi nefiy ve inziva içinde ve tarassut altında geçmekle acı idi; fakat Risale-i Nur hakikatlerinin telif yeri olduğundan, Üstad’ın en tatlı ve şirin hayatı da yine Barla hayatıdır denilebilir. Bu defa Barla’ya nefiyle değil, hapisle değil, kendi rızasıyla ve serbest olarak gidiyordu. Güzel bir bahar günü Barla’ya geldi. Barla’daki talebelerinin mühim bir kısmı Üstadı karşıladılar. Üstad, sekiz senelik ikâmetgahı olan medrese-i Nuriyesine yaklaşırken kendini tutamadı, mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Haşmetli çınar ağacı da âdetâ kendisini selâmlıyordu. Bir vakitler, yani Barla’da sekiz sene ikametten sonra Isparta’ya celb edilmişti. O zamanki gidişinde mübarek çınar ağacı Üstadı mânen teşyî etmiş, haşmetli kanatları olan dallarının Cenâb-ı Hakka olan secdevâri ubudiyetiyle Üstadı uğurlamıştı. Bu defa da yine uzun bir mufarakattan sonra tekrar Üstada kavuşmanın süruru içinde Hâlık-ı Rahmân’a secde-i şükrana kapanıyordu. Üstad, o mübarek çınar ağacına sarılmış, yanındaki talebelerine ve ahaliye kendisini yalnız bırakmalarını söylemişti. Zaten gözyaşlarını tutamıyordu. Sonra, Nur dershanesi olan odasına girdi ve iki saat kadar kaldı. Hazin ağlayışı dışarıdan işitiliyordu.

Evet, şüphesiz rahmet-i İlâhiyenin nihayetsiz tecellîlerine mazhardı. Bir zamanlar Şarkî Anadolu’dan Isparta havalisine sürülmüştü… Isparta’dan da, dağlar arasındaki Barla nahiyesine nefyedilmişti. Burada ölüp gidecekti. Eski tarihçe-i hayatının şahadetiyle, çok kahraman ve fedakâr olan bu zât, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin hakikatlerini benimseyen, ferdî ve millî saadeti, İslâmiyet hakikatlerine sarılmakta gören ve bunu haykıran ve delâil-i akliye ile ilim meydanına çıkan bir kimse idi.

Üç devir geçirmiş, cebbar kumandanlara boyun eğmemiş, kudsî dâvâsından dönmemiş; yaralanmış, zehirlenmiş, ölmemiş; dağlar gibi hadiselerin dalgalarından yılmamıştı…

Milletleri, kavimleri içine alan, zihniyet ve telâkkileri değiştiren asr-ı hâzırın cereyanları, bu zâtı Kur’ân ve iman dâvâsındaki yolundan çevirememişti. O, ruhundaki şecaat-i imaniye ile kat’î inanıyordu ki, dâvâ ettiği hakikat birgün milletçe benimsenecek; bir Said, binler, belki yüz binler Said olacak... İnsanlık camiasında neşrettiği hakaik-i imaniyenin fütuhatı ve inkişafı başlayacak ve âfâk-ı İslâmı saran zulmet bulutları Kur’ân’dan eline verilen bu meş’ale-i hidayetle dağıtılacak; ölmeye yüz tutmuş zannedilen iman ruhu yeniden canlanacak; canlara can katacak, mânen ölmeye yüz tutan millet-i İslâmiyeyi ihyâ edecek; âleme efendi olan İslâmiyetin—biiznillah—cihana efendiliğinin maddî mânevî mübeşşiri olacaktı.

İşte, bu kudsî hakikatin hâmili ve naşiri olan ve hakikatte bugünkü beşeriyetin medar-ı iftiharı bulunan bu aziz zât, din düşmanlarının plânıyla, vaktiyle bu beldeye gönderilmiş, Anadolu’da tesis ettirilen rejimin aleyhinde bulunmasına, fiilî müdahalesine mümanaat olunmuştu. Heyhat! Esasen kendisi siyasetten çekilmişti; ehl-i dünyanın dünyasına karışmıyordu. O, istikbali nurlandıracak bir hakikatin telif ve neşrine çalışıyordu. Kâinatın sahibi ve hâdiselerin mutasarrıfı olan Allah, onun hâmisi, muîni ve yardımcısı idi.

İşte, otuz sene sonra tekrar Barla’ya döndüğü zaman, hizmet-i imaniyesinde nail olduğu büyük ikramları, inayetleri düşünerek, müşahede ederek mesrur oldu ve sürurundan ağlıyordu, secde-i şükrana varıyordu.

Hâl-i hazırda Üstad Isparta’da ikamet eder. Bazan Emirdağına, bazan Barla’ya gider. Buraları Risale-i Nur’un telif ve inkişaf merkezleri olduğu için ruhen çok alâkadardır. Hem, kendisi doksan yaşına yaklaştığı ve birçok defalar zehirlendiği için rahatsızdır. Hastalığı tarif edilmeyecek derecede ağırdır ve şiddetlidir. Ruhen, hissiyatı kuvvetli ve âlem, bahusus âlem-i İslâm, bilhassa Risale-i Nur dairesi, vücud-u mânevîsi hükmünde olduğundan, her iki vücudundaki ıztırap şedittir. Gerçi talebelerinin duaları ve neşr-i envar-ı imaniye o ıztırabına bir merhem ve devâ ise de, yine de pek vâsi şefkati itibarıyla zaman zaman ıztırabı şiddetlenmektedir. Bu itibarla, tebdil-i havaya çok muhtaçtır. Bir yerde fazla kalamıyor. Tebdil-i havaya çıktığı zaman hastalığı kısmen azalıyor, rahat nefes alabiliyor.

Üstad, Risale-i Nur kesretle intişar ettiğinden ve her yerde pek çok Nur talebeleri mevcut olduğundan, halklarla konuşmayı tamamıyla terk etmiştir. “Risale i Nur, benimle sohbetten on derece ziyade faidelidir” deyip ziyaretçi de kabul etmemektedir. Hattâ yanındaki talebeleriyle dahi zaruret halinde konuşmaktadır.

Artık hayatının son safhasına geldiğini söylemekte, daima içinde yaşadığı ayı çıkarabileceğinden şüphe eder bir vaziyette ecelini beklemektedir. Nurların neşriyatından memnun ve müteşekkirdir. Millet ve devletçe İslâmiyet ve saadet yolunda atılan her adımı takdir ve tasviple karşılamakta, Hak yolunda yürüyen, İslâmî şeâiri ihya edenlere dua etmektedir. Aynı zamanda, âlem-i İslâmın maddeten ve mânen selâmet ve saadetini dilemekte ve bu yolda girişilen dahil ve hariçteki gayretlerden hadsiz derecede sevinç ve memnuniyet duymaktadır.

Risale-i Nur’u Kur’ân-ı Hakîmin bu zamana mahsus bir mu’cizesi bilmekte, bu vatanı komünizm tehlikesinden Risale-i Nur’daki hakikat-i Kur’âniye muhafaza ettiğini beyan etmekte ve âlem-i İslâmla hakikî kardeşliğe ve uhuvvete ve ittifaka medar olacağını, dünyevî ve uhrevî saadetimizin bu hakikate yapışmamızda bulunduğunu duyurmaktadır.

Risale-i Nur’un Anadolu’dan başka diğer Müslüman memleketlerde yayılmasının elzem olduğu kanaatindedir. Siyasî gayret ve faaliyetlerden evvel, Risale-i Nur’un neşrolunmasının daha menfaattar olacağını ihbar etmektedir.


Lügatler :
âfâk-ı İslâm : İslâm dünyasınin ufukları
alâkadar : alâkalı, ilgili
âlem-i İslâm : İslâm dünyası

asîl : asaletli; soylu, köklü
asr-ı hâzır : içinde bulunulan asır, zaman
aziz : çok değerli, izzetli, saygın

bahusus : özellikle
beşeriyet : insanlık

beyan etme : açıklama
biiznillah : Allah'ın izniyle
camia : toplum
cebbar : zâlim, gaddar, baskıcı

celb edilme : alıp getirilme
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cereyan : düşünce akımı, hareketi
cihan : âlem, dünya
delâil-i akliye : akli ve mantıki deliller

devâ : ilâç
ecel : Allah tarafından takdir edilen ölüm vakti, vefat zamanı
ehl-i dünya : dünyaya dalıp âhireti düşünmeyenler, dünyayı ahirete tercih edenler

elzem : çok lâzım, gerekli
fedakâr : her türlü sıkıntılara göğüs gererek dâvası uğruna sebat eden
ferdî : kişisel
fütuhat : fetihler, açılımlar

hadsiz : sonsuz
Hak : varlığı doğru ve gerçek olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah
hakaik-i imaniye : imana ait hakikatler, esaslar
hakikat : esas, gerçek

hakikat-i Kur’âniye : Kur'ân'ın hakikati, esası
Hâlık-ı Rahmân : rahmeti her şeyi kaplayan, yaratıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran yaratıcı, Allah
hâl-i hazır : şu an; içinde bulunulan zaman
hâmi : koruyucu, koruyan
hâmil : taşıyan, yüklenen

haşmet : görkem, heybet
havali : yöre, bölge
hayat-ı mâneviye : mânevi hayat, maddî olmayan hayat
hazin : hüzünlü, acıklı
heyhat : yazık, çok yazık

hidayet : doğru ve hak olan yol, İslâmiyet
hissiyat : hisler, duygular
hizmet-i imaniye : imanî hizmet

ihbar etmek : haber vermek
ihya etme : canlandırma
ikamet etme : oturma

ikâmetgâh : oturulan ev, hâne, yer, mesken
ikram : lütuf, ihsan
inayet : yardım
inkişaf : gelişme, ilerleme, açılma

intişar etme : yayılma
inziva : bir köşeye çekilip ibadetle uğraşma, vaktini ibadetle geçirme
İslâmî şeâir : İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler; ezan gibi
istikbal : gelecek

ittifak : birlik, birleşme
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar

kesret : çokluk
kudsî : kutsal
Kur’ân-ı Hakîm : hikmetli Kur’ân; her âyet ve sûresinde sayısız hikmetler bulunan Kur’ân

Lemeat-ı Nuriye : nur parıltıları; Risale-i Nur Külliyatında yer alan Lem'alar isimli eser
mazhar : ayna
medar olma : sebep olma, neden olma
medar-ı iftihar : övünç kaynağı

medrese-i Nuriye : Nur okulu; Risale-i Nur talebelerinin bir okul gibi iman ve Kur'ân hakikatlerini öğrenip öğrettikleri yer
menfaattar : faydalı
mesrur olma : mutlu olma, sevinme
meş’ale-i hidayet : hak ve doğru yolu gösteren meş'ale, ışık
millet-i İslâmiye : İslâm milleti, Müslümanlar

mu’cize : bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey mufarakat : ayrılık, ayrılma
muîn : yardımcı, yardım eden
mutasarrıf : tasarruf eden, mülkünü dilediği gibi idare eden

mübarek : hayırlı, bereketli
mübeşşir : müjdeci, müjde veren
mümanaat olunma : engel olunma
müşahede : gözleme, gözlemleme

müteşekkir : teşekkür eden, şükran duyan
nahiye : kazadan küçük, köyden büyük olan yerleşim yeri; bucak
nail olma : erişme, kavuşma
naşir : yayan

nefiy : sürgün
neşr : yayma

neşr-i envar-ı imaniye : imana ait nurların yayılması; Risale-i Nur'un yayılması
neşriyat : yayılma, yayınlanma
neşrolunma : yayılma

rahmet-i İlâhiye : Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmet ve şefkati
rejim : yönetim; mevcut siyasi iktidar ve idare

rıza-yı ilâhî : Allah'ın rızası, razı olması
saadet : huzur, mutluluk

safha : aşama, dönem
secde-i şükran : şükür secdesi
secde-i şükrana varma : şükür secdesi yapma

secdevâri : secde ederek, secde eder gibi
selâmet : kurtuluş
sürur : sevinç, neşe, mutluluk
şahadet : şahitlik, tanıklık

Şarkî Anadolu : Doğu Anadolu
şecaat-i imaniye : imandan kaynaklanan cesaretlilik, yiğitlik, kahramanlık

şedit : şiddetli
şefkat : acıma, merhamet

tarassut : gözlem, gözetim
tarihçe-i hayat : hayat hikayesi

tasvip : doğru bulma, onaylama
tebdil-i hava : hava değişimi

tecellî : yansıma
telâkki : anlayış biçimi, kavrayış şekli
telif : yazma, kaleme alma

teşyî etme : giden bir kimseyi uğurlama
ubudiyet : Allah'a kulluk etme
uhrevî : öldükten sonraki hayat olan âhiretle ilgili
uhuvvet : kardeşlik
vâsi : geniş
vücud-u mânevî : mânevî varlık

ziyade : fazla, çok
zulmet : karanlık



--
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.1.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR
RİSALE-İ NUR NEDİR VE NASIL BİR TEFSİRDİR?
Kur’ân’ın hakikatlerini müspet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve ispat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatleri nedir?” gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslûp ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.

Yirminci asrın Kur’ân felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve san’at olarak maddiyatı, diğer taraftan iman ve ahlâk olarak mâneviyatı câmi ve hâvi olacak, Türk medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını da ispat ve ilân etmektedir.

Ecdadımızın bir zamanlar kalblerinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle zemin yüzünde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla mukabele etmesi, İslâmiyet ve kemâlât-ı mâneviyenin bayrağını Asya, Afrika ve yarı Avrupa’da gezdirmesi ve “Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim” deyip ölümü gülerek karşılayarak, müteselsil düşman hâdisata karşı dayanması gibi, milletçe medar-ı iftihar âli seciyemizin bugün biz gençlerde inkişafı, vatan ve millet menfaati bakımından ve istikbalimizin selâmeti noktasından ne derece elzem olduğu malûmdur. Mutlaka her hareket ve hizmette maddî bir ücret ve şahsî menfaatler mülâhaza etmek, Türkün millî tarihinin şeref ve haysiyeti ile kabil-i telif olamaz. Bizler, ancak rıza-yı İlâhî için çalışıyoruz. Bizzat hizmetinde bulunmakla aldığımız telezzüz, kardeş ve vatandaşlarımıza, İslâmiyete ve insaniyete yardımda bulunabilmek mazhariyetinden gelen ebedî hayatımıza ait sürur ve ümit, bizim bu babda aldığımız ve alacağımız yegâne hakikî mukabele ve ücrettir.

Risale-i Nur nasıl bir tefsirdir?

Tefsir iki kısımdır.


Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler.

İkinci kısım tefsir ise: Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Zahir malûm tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları da susturan bir mânevî tefsirdir.

Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütalâalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur’ân’ın hakikatlerini rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır.

Risale-i Nur: Kur’ân âyetlerinin nurlu bir tefsiri. Baştan başa iman ve tevhid hakikatleriyle müberhen. Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış. Müsbet ilimlerle mücehhez. Vesveseli şüphecileri ikna ediyor. En avamdan en havassa kadar herkese hitap edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor.

Risale-i Nur: Nurlu bir külliyat. Yüz otuz eser. Büyüklü küçüklü risaleler halinde. Asrın ihtiyaçlarına tam cevap verir. Aklı ve kalbi tatmin eder. Kur’ân-ı Kerim’in yirminci asırdaki—lâfzî değil—mânevî tefsiri...

İspat ediyor! Akla gelen bütün istifhamları... Zerreden güneşe kadar iman mertebelerini... Vahdaniyet-i İlâhiyeyi... Nübüvvetin hakikatini...

İspat ediyor! Arz ve semâvâtın tabakatından, melâike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatinden, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekavetin menbaına kadar, akla gelen ve gelmeyen bütün imanî meseleleri en kat’î delillerle, aklen, mantıken, ilmen ispat ediyor. Pozitif ilimlerin müşevviki... Riyazî meselelerden daha kat’î delillerle aklı ve kalbi ikna edip, merakları izale eden bir şaheser...
Az miktarda bastırılabilen, hiçbir ticarî gaye ve zihniyetle çalışılmayarak bayilere dahi verilmeyen bu eserlerin geliri, mütebaki eserlerin tab’ına hasredilecektir.

Büyük bir titizlik ve hassasiyetle üzerinde durduğumuz mühim bir husus da, Risale-i Nur’un lâyık ellere geçmesi ve onun hakikî fiyatı olarak en az yirmi beş kişinin istifade etmesinin temin edilmesidir.

Bu mânevî tefsir, Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar diye dört büyük kısımdan müteşekkil olup, yekûnu yüz otuz risaledir.

Neşrinde çalışanlar

Lügatler :
âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
aklen : akla uygun olarak
âli : yüce, yüksek

arz : yer, dünya
arz etme : söyleme, ifade etme
avam : halk tabakası, sıradan insanlar
bab : bölüm, kısım

bahis : konu
beyan : açıklama
câmi : kapsamlı, birçok şeyi içine alan

derc : yerleştirme
ebedî : sonsuz, sonu olmayan
ecdad : atalar, cedler
elzem : çok gerekli olan

emsalsiz : benzersiz, eşsiz
fen : bilim

feylesof : filozof, felsefe ile uğraşan, felsefeci
gaye : maksat, amaç
gazi : savaşta yaralanan, sağ dönen kimse
hâdisat : hadiseler, olaylar
hakikat : gerçek, esas

hakikî : doğru, gerçek
hasretme : ayırma, özgü kılma
hassasiyet : duyarlılık
haşir : öldükten sonra âhiret âleminde tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
havas : seçkinler sınıfı, âlimler, bilginler
hâvi : ihtiva eden, içine alan
haysiyet : itibar, özellik

husus : konu
hüccet : delil, kanıt
ibare : ifade, söz
imanî : imanla ilgili, imana dair
inkişaf : açığa çıkma, gelişme,
insaniyet : insanlık

ispat : delil göstererek doğruyu ortaya çıkarma, kanıtlama
istifade : faydalanma
istifham : soru
istikbal : gelecek
itikad : inanç
izah : açıklama

izale : giderme
kabil-i telif : uyuşabilir, bağdaşabilir
kat’î : şüphesiz, kesin bir şekilde
kemâlât-ı mâneviye : mânevî mükemmellikler, fazilet ve üstünlükler

külliyat : eserler topluluğu; Risale-i Nur Külliyatı
lâfzî tefsir : Kur’ân-ı Kerimin ibare, kelime ve cümlelerini belâgat, beyan, maânî ilmi gibi Arapça dilbilimi ve İslâmî ilimler çerçevesinde mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan eser
maddiyat : maddî şeyler
mahiyet : asıl özellik, temel nitelik

mahiyet-i asliye : gerçek mahiyet; bir şeyin aslı, temel özelliği
malûm : bilinen

mânevî tefsir : Kur’ân-ı Kerimin işaret ettiği hakikatleri asrın ilmî gelişmeleri ışığında ortaya koyarak, iman hakikatlerini güçlü ve sarsılmaz delillerle açıklayan, yorumlayan eser
mâneviyat : mânevî âleme ait olan şeyler, ahlâk ve fazilet gibi mânevi değerler
mantıken : mantığa uygun olarak
mazhariyet : bir nimete nail olma, erişme
medar-ı iftihar : iftihar vesilesi, övünç kaynağı

melâike : melekler
menba : kaynak
menfaat : yarar, fayda

mertebe : derece, basamak
mevcudat : varlıklar, yaratılan şeyler
misil : benzer, eş değer

muannid : inatçı; inanmamakta ısrar eden
mukabele : karşılık verme

mukaddes : her türlü çirkinlik ve eksiklikten arınmış, kutsal, yüce
müberhen : delillendirilmiş, delillerle ispatlanmış
mücehhez : cihazlanmış, donanmış
mücmel : kısa, özet
mülâhaza : gözetme, düşünme
müspet ilim : pozitif ilim, ispata dayanan ilim

müşevvik : teşvik eden
mütalâa : bakış, görüş

mütebaki : geri kalan kısım
müteselsil : bir dizi, zincirleme, peş peşe gelen

müteşekkil : meydana gelmiş, oluşmuş
nazariye : teori
neşr : yayma, yayınlama
nübüvvet : peygamberlik
objektif : nesnel, tarafsız; hakikati olduğu gibi aksettirme

pozitif ilimler : deneye dayanan matematik, fizik gibi fen ilimleri
rasyonel : akla uygun, akılcı
rıza-yı İlâhî : Allah’ın rızası

risale : kitap, mektup; Risale-i Nur’dan her bir bölüm
riyazî : matematiksel, matematikle ilgili
saadet : mutluluk
sair : diğer, başka
seciye : huy, karakter
selâmet : esenlik, güven

semâvât : gökler
sübjektif : objektif olmayan, kişisel, duygusal; eşyanın hakikatine değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan
sürur : mutluluk, sevinç

şaheser : üstün, değerli eser
şehid : Allah yolunda canını feda eden Müslüman

şekavet : mutsuzluk, sıkıntı
tab’ : baskı, matbaada basma
tabakat : tabakalar, katmanlar
tatmin : doyurma, ikna etme
tefsir : Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan eser, kitap
telezzüz : lezzet alma

temin : sağlama
tenvir : aydınlatma, nurlandırma

tevhid : birleme, Allah’ı bir olarak bilme ve her şeyi bir olan Allah’a verme
ticarî : ticaretle ilgili
üslûp : ifade tarzı

Vahdaniyet-i İlâhiye : Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı
vâzıh : açık, aşikâr

vesvese : kuruntu, şüphe
vuku : gerçekleşme, meydana gelme
yegâne : tek, yalnız

yekûn : bütün, toplam
zahir : açık
zemin : yer, dünya

zerre : atom, en küçük madde parçası
zihniyet : düşünce





 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.9.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır.(Devamı)

Otuz sene evvel, ihlâslı ve faziletli ihtiyar bir ehl-i tasavvuf, Lütfü isminde bir genci göstererek, “Bu Nur talebesi benden ileridir” demiştir ki, bunlar binler itiraflardan birer nümunedir.

Yine bu azîm sırr-ı ihlâsa binaendir ki, Risale-i Nur talebeleri, iman ve İslâmiyet hizmetinde ağır şartlar ve kayıtlar ve tahdidatlar içinde muvaffak oluyorlar ve hayatlarını Risale-i Nur’a ve Üstadlarına vakfetmişler. Risale-i Nur’u, sermaye-i ömür ve gaye-i hayat edinmişlerdir. Risale-i Nur dâvâsı rıza-yı İlâhî dâvâsı olduğu içindir ki, hamiyet-i İslâmiyeye mâlik mümtaz avukatlar, Risale-i Nur’un fahrî avukatı olmak ve dindar hakperest mücahit muharrirler, dünyayı istilâ edecek Nur’un ilânında hissedar olmak şeref ve nimetine mazhar olmuşlardır. Risale-i Nur’un neşriyat ve fütühatı ve tesiratı, sessiz, büyük bir ihtişamla muhteşem bir bahar mevsiminde intişar eden mevcudat gibidir.

İşte, ey Risale-i Nur gibi hadsiz hamd ü senâlara şâyeste olan bir nimet-i azîmeye nail olan Nur kardeşlerimiz! Böyle bir dâhî-yi âzamın, böyle bir mütefekkir-i ekberin, böyle bir müellif-i İslâmın ve ulûm-u evvelîn vel-âhirîne vâkıf böyle bir allâme-i asrın, böyle bir mücahid-i ekberin, böyle bir sahib-i zühd ve takvânın, hakaik-i imaniyenin varlığında âdetâ tecessüm eden böyle bir abd-i küllînin, rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye iltifat etmeyen ve âzamî ihlâsın mazharı olan böyle bir tilmiz-i Kur’ân ve hâdim-i İslâmın ve “Bir ferdin imanını kurtarmak için Cehenneme de atılmaya hazırım” diyen böyle bir halâskâr-ı imanın ve idam için sevk edildiği Divan-ı Harb-i Örfîde “Sen de mürtecisin” ittihamına karşı, “Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise, bütün ins ve cin şahit olsun ki ben mürteciyim. Bin ruhum da olsa, Kur’ân’ın birtek meselesine hepsini feda etmeye hazırım” diyen ve beraatinden sonra da, teşekkür etmeyerek, Bayezid Meydanındaki kalabalıkta: “Yaşasın zalimler için Cehennem! Yaşasın zalimler için Cehennem!” diye bağırarak ilerleyen ve imha plânıyla verildiği mahkemelerde yirmi dört sene evvel “Ey mülhidler! Ey zındıklar! Said, elli bin nefer kuvvetinde demişsiniz. Yanlışsınız; Kur’ân’a ve imana hizmetim cihetiyle elli bin değil, elli milyon kuvvetindeyim! Titreyiniz, haddiniz varsa ilişiniz!” “Benim ölümüm sizin başınızda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumun yüzer sümbüller vermesi gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakikati haykıracaktır” ve on beş sene evvel, “Saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, bu hizmet-i imaniyeden çekilmem” ve “Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya eğmem” diyen ve elli sene evvel âlem-i İslâmı sömüren sömürgeci cebbar ve zalim bir imparatorluğa karşı, “Tükürün o zalimlerin hayâsız yüzüne!” diye matbuat lisanıyla cevap veren ve Büyük Millet Meclisinde, Reise “Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduttur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîminde, yüz yerde edâsını emrettiği namazdan daha büyük bir hakikat olsaydı, imandan sonra onu emrederdi” diyen ve yazdığı bir beyannameden sonra Mecliste cemaatle namaz kılınmasına başlanan ve Birinci Cihan Harbinde gönüllü alay kumandanı olarak esir düştüğü Rusya’da Moskof Çarlığına karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip, kurşuna dizileceği hengâmda “Âhirete gitmek için bana bir pasaport lâzımdı” diye ölümü istihkar eden böyle bir kahraman-ı İslâm Üstadımız Bediüzzaman’ın eserlerini okumak nimet-i uzmâsına mukabil canımızı da feda etsek, ömrümüzü de ona vakfetsek, zulümden zulme de sürüklensek, ömrümüzün nihayetine kadar şükran secdesinden de kalkmasak, bize yine ucuzdur…

Üstadımız sık sık der ki: “Mesleğimiz müsbettir; menfî hareketten Kur’ân bizi men ediyor.”

Ey seyyid-i senedimiz! Ey ruhumuzun ruhu, kalbimizin kalbi, canımızın canı, cânânımız, sertâcımız, sevgili Üstadımız Efendimiz! Madem bize menfî harekete izin vermiyorsun. Öyleyse biz de rahmet-i İlâhiyeden niyaz ederek ahdediyoruz ki, din düşmanlığı ile Üstadımıza zulmeden o gaddar, insafsız zalimlerden intikamımızı şöylece alacağız: Risale-i Nur’u ölünceye kadar mütemadiyen okuyacağız ve neşrinde sebat ve sadakatla hizmet edeceğiz. Onu altın mürekkeplerle yazacağız, inşaallah.
Üniversite Nur talebeleri

Lügatler :
abd-i küllî : bütün varlıkların ibadetlerini kendi şahsında temsil eden kul
ahdetmek : söz vermek
âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
alay : genel olarak üç taburdan oluşan askerî birlik
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
allâme-i asır : asrın bilgini, asrın en büyük âlimi
âzamî : bir şeyin en üst seviyesi, üst derecesi
azîm : büyük

Bayezid Meydanı : İstanbul’da bulunan, tarihî Bayezid Camii ile günümüzde İstanbul Üniversitesi arasında yer alan meydan
beraat : temize çıkma, suçsuz bulunma, serbest bırakılma
beyanname : bildiri, açıklama
binaen : –dayanarak

Birinci Cihan Harbi : Birinci Dünya Savaşı
cânân : sevgili
cebbar : zorba, zalim
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
dâhî-i âzam : en büyük dâhi, en zeki kişi
Divan-ı Harb-i Örfî : Sıkıyönetim Mahkemesi

edâ etme : yerine getirme
ehl-i tasavvuf : tasavvuf ehli; kalp yoluyla ilâhî hakikatlere ulaşmak için bir şeyh gözetiminde belli bir yol takip eden kimseler
fahrî : karşılıksız, parasız, gönüllü olarak bir şeyi yapma
fazilet : değer, üstünlük
fert : birey

fırka : grup
fütuhat : fetihler, zaferler; açılımlar

gaddar : acımasız, çok zulmeden
gaye-i hayat : hayatın gayesi
hâdim-i İslâm : İslâmın hizmetçisi, İslâm dinine hizmet eden kimse
hadsiz : sınırsız
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri, esasları

hakikat : doğru, gerçek
hakikat-i Kur’âniye : Kur’ân’ın hakikati, esası
hakperest : doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan
halâskâr-ı iman : iman kurtarıcı, imanın kurtulmasına vesile olan
hamd ü senâ : şükür ve övgü
hamiyet-i İslâmiye : İslâmiyetten gelen din, millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti

hayâ : utanma
hengâm : ân, zaman
hissedar : pay sahibi

hizmet-i imaniye : iman hizmeti
idam : yok oluş
ihlâs : samimiyet, ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme
ihtişam : haşmetlilik, heybetlilik, görkem
iltifat : meyletme, yönelme

imha : yok etme
ins ve cin : insanlar ve cinler

insafsız : vicdansız
inşaallah : Allah izin verirse
intişar : yayılma

istibdad : baskı ve zulüm
istihkar : hakaret etme, aşağılama, küçümseme
istilâ : kuşatma

ittiham : suçlama
izzet-i İslâmiye : İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar
kumandan : komutan
lisan : dil
mâlik : sahip

matbuat : basın, medya
mazhar : ayna, yansıma ve görünme yeri
mazhar : erişme, nail olma

men : yasaklama
menfî : olumsuz, yıkıcı

menfî hareket : olumsuz, yapıcılıktan uzak, sert ve yıkıcı yaklaşım
merdut : reddolunmuş, lânetlenmiş, kabul edilmeyen
mevcudat : varlıklar

muhafaza : koruma
muharrir : yazar

mukabil : karşılık
muvaffak : başarılı
mücahid-i ekber : din vatan ve millet gibi mukaddes değerler uğrunda çalışan, mücadele eden en büyük mücahit
mücahit : cihat eden, din uğrunda çaba harcayan kimse
müellif-i İslâm : Müslüman yazar; İslâmiyet ile ilgili eserleri olan

mülhid : dinsiz, inkârcı
mümtaz : seçkin, üstün
mürteci : geriye yönelmek isteyen, gerici

müsbet : olumlu, yapıcı
mütefekkir-i ekber : en büyük düşünür, en büyük düşünce adamı

mütemadiyen : sürekli olarak, devamlı
nail : erişme

nefer : asker
neşr : yayma, yayımlama
neşriyat : yayma, yayınlama

nihayet : son
nimet : iyilik, lütuf, ihsan
nimet-i azîme : büyük nimet

nimet-i uzmâ : en büyük nimet
niyaz : dua, yalvarıp yakarma
nümune : örnek, misal

rahmet-i İlâhiye : Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti, merhamet ve şefkati
reis : başkan
rıza-yı İlâhî : Allah’ın rızası

sadakat : bağlılık
sahib-i zühd ve takvâ : zühd ve takva sahibi; her türlü nefsanî arzulara karşı koyarak kendini ibadete veren ve Allah korkusuyla dinin yasaklarından kaçınan kimse

Said : Bediüzzaman Said Nursî
sebat : kararlılık, sabit olma
sermaye-i ömür : ömür sermayesi

sertâc : baş tacı
sevk : yöneltme, gönderme

seyyid-i sened : dayanılan, güvenilen efendi
sırr-ı ihlâs : ihlâsın sırrı
şâyeste : uygun, lâyık
şeref : yükseklik, yücelik, büyüklük

şükran : minnettarlık, teşekkür
tahdidat : sınırlamalar, kısıtlamalar
tecessüm : cisimleşme, maddî yapıya bürünme
tesirat : tesirler, etkiler
tilmiz-i Kur’ân : Kur’ân’ın talebesi
ulûm-u evvelîn ve âhirîn : öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri
vakfetme : adama
vâkıf : bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan

zındık : dinsiz
zındıka : dinsizlik

 
Üst